Menu
EDEBİYATIMIZIN GELECEĞİ
Haberler • EDEBİYATIMIZIN GELECEĞİ

EDEBİYATIMIZIN GELECEĞİ



Gençlerin kotardığı bir dergi için söyleşiyorduk. Şiir ve öykü yazan, yirmilerinde dört arkadaş; birden, "Edebiyatımızın geleceği?" diye sordular.

Sabahattin Eyuboğlu'nun altmış yaşındaki bir yazısını hatırladım, ünlü Yaprak dergisinin 1 Ocak 1949 tarihli ilk sayısında yayımlanmış; adı "Üç Yol". Sabahattin Eyuboğlu 'ilerleyebilmek' için artık geri dönülemeyecek üç yoldan söz açıyor:

"Dünyayı tanıma, bir; kendimizi tanıma, iki; kendi dilimizle yazma, üç; bu yollardan istesek de geri dönemeyiz gayri."

İçtenlikle seçildiğine inandığım bu üç yol, bugün, altmış yıl sonra kurcaladığımızda; edebiyatımızın yararına işlemiş mi, tartışmak gerekiyor.

"Çünkü bunlar millet olmanın yollarıdır, bizse ilerimiz gerimizle, köyümüz kentimizle, varımız yoğumuzla millet olarak yaşamak istemişiz, ümmet ve imparatorluk çağı ile bütün köprüleri yıkıp ileri dünyanın akışına katılmışız. Bunu tarih de, milletimiz de böyle istemiş."

Dünyayı tanıma, fikir hayatımızın yakın geçmişiyle ilgilenenlerin hemen tahmin edebileceği gibi, "Batı medeniyeti"ni tanımayla eşanlamlı. Koro o günlerde öyle söylüyor. Dünyayı tanımaya Tanzimat'la başlamışız; bizim medeniyetimiz "küf bağlamış", "içine kapanmış". Bu, küf bağlamış, içine kapanmış medeniyete, "bizden habersiz gelişmiş olan Batı medeniyeti" varlığını "zorla kabul ettirmiş".

İkinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrasında, 1949'da Batı kendine nasıl yaklaşıyor, uygarlığı için ne düşünüyor; öyle anlaşılıyor ki, Sabahattin Eyuboğlu tartmamış, ölçüp biçmemiş, talihsizlik galiba burada başlıyor. Aydınlanma Çağı'nın tutkunu yazarlarımız, sözgelimi Ataç, tanıklık ettikleri korkunç savaşı, o uçsuz bucaksız medeniyet kaybını âdeta görmezden gelmişler.

Gerçi Eyuboğlu, 'bilmek', 'öğrenmek' bize ufuk açacak diyor. Ama, en hafifinden, Stefan Zweig'ın acı hayat hikâyesini bile bilmiyor ya da bilmezden geliyor.

Bilmezden geldiğini ileri sürmek, elbette haksızlık, öyleyken, bir bilinç bulanıklığı, körleşme mi sözkonusu? Binlerce yıllık insanlık tarihinin en büyük utançlarından İkinci Dünya Savaşı'nın tanıklığı böylesine sessiz sedasız, suskun kalış olabilir mi?

Stefan Zweig, canına kıymadan önce yazdığı son mektupta, geleceğe inançsızlığını dile getiriyordu, medeniyet kaybından duyduğu derin üzüntüyü. İkinci Dünya Savaşı'na bir isyan gibi canlarına kıymış yazarlar, sanatkârlar Türkiye'nin aydın çevrelerinde iz bırakmadı mı? Bence araştırmaya değer: Batı'da yaşananlara karşı çıkanları ilk ne zaman ayırt etmişiz...

Sabahattin Eyuboğlu 'eski-yeni' kavgasıyla yetinmiş, 1949'da. Az önce önemsediği Tanzimat'ı var edenleri bile gözden çıkarmış:

"Tanzimat efendileri gibi konuşmakta inat edenler dünyayı ve kendimizi tanımada da ya duraksıyor, ya ayak diriyorlar. Eskiden kopmak kolay iş değil şüphesiz. İyi kötü bir düzene uymuş giderken insanın önüne bin bir yeni mesele çıkıyor. Her kafadan bir ses çıkmaya başlıyor."

Sonra dil üzerinde durmuş. Kimi 'uçak' diyormuş, kimi 'tayyare'. Kimi 'bendeniz', kimi 'ben'. Millet olarak gelişmemizin "ana şartlarından" biri, dil, "çoğunluğun dili". Ekliyor: "Edebiyatımızın taze kuvvetleri çoğunluğun dilini benimseyip geliştirmekte sınır tanımıyorlar"...

Nerede ne zaman ne oldu ki, altmış yıl sonra, üç yüz dört yüz kelimelik bir tuhaf dil kaldı bugüne. Bence, serinkanlılıkla, bu tuhaf dil de tartışılmalı.

Bugün kimse 'tayyare' demiyor. Sözcük belki unutuldu. Ama yakın tarihimizi yansıtacak bir romanda, öyküde, şiirde edebiyat adamı uçak mı demeli, tayyare mi; ben hâlâ işin içinden çıkabilmiş değilim.

Bir uçtan bir uca savruluşlarla geçip gitmiş zamana bakarak, edebiyatımızın geleceğini büsbütün aydınlık, ışıltılı görmek çok zor. Eskiden kopmak mı gerekirdi? sorusu bile, bugün hâlâ, bir uçtan bir uca savruluşlarla yanıtlanıyor.

Anlamak ve özümsemek yerine, inkâr ediş, reddediş savruluşları edebiyatımıza, daha önemlisi, hayatımıza ne kazandırmış? Eskiyi toptan inkârın yanı başında yeniyi toptan inkâr: Biz hâlâ bu korkunç aymazlıkta çırpınıp duruyoruz.

(ZAMAN,10 MAYIS 2009)