Gençliğimde en çok etkilendiğim kitaplardan biri Alex Haley’in kaleme aldığı Malcom X biyografisiydi. Üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen; askerden yırtmak için doktora deli numarası yaptığında,doktorun hiç şüphe etmeyişini ” bir siyahın beyazı kandıracak kadar zeki olamayacağına ilişkin önyargıyla ”açıklaması ve“ bir kadının kaybetmek istemiyorsa zor durumda olduğunu ifşa etmemesi gerektiğine” ilişkin tavsiyesini hiç unutmadım.
“Biz de bu ülkenin zencisiyiz” hamasetine yüz vermem. Kendimi zenci gibi görmedim de…Ancak mücadele biçimi olarak Merhumun söylem ve söyleme biçimini her zaman önemsemişimdir. Küçük gibi görünen haksızlıkların arkasındaki devasa cüret ve kibrin kaynağına yaptığı vurgu önemliydi.Zaman zaman en yakın arkadaşlarınızın bile istihzasına neden olan küçük haksızlıklara karşı kavga etmenin kişiyi küçültmeyeceğine dair sarsılmaz inancı ondan örnek aldım,yoksa biz kişisel taleplerimizden kolayca vazgeçebilirdik, dünyayı düzeltmeye taliptik ve kendini mesele etmenin bir miktar ayıp sayıldığı iklimlerde büyümüştük.
İşte şimdi her ay maaş bordrosunu kontrol edip eksik yatan her kuruş için itiraz eden emekçiyi, hastane kuyruğundaki iltimasa itiraz eden kadını, haksız tahsil edilen verginin iadesi için iki kat masrafla dava açan mükellefi takdir ediyorum. “ Sen sensen ben de benim “mesajıdır ve çok değerlidir.Verilen kavga,kibre ve cüretkârlığadır. İtirazın kaçınılmaz olduğu zamanlar olur, koruduğunuz değer, uğradığınız zararın giderilmesi değil, cüretkârlık karşısında zedelenen değerlere duyduğunuz saygıyı muhafaza edebilmektir.
Haksızlık, dört temel işlemle hesaplanabilen sonuçlardan ibaret değildir. Haksızlık yapanı cüretkâr kılan arka planla birlikte düşünmek gerekir. İyilik yapmak için sinsice etrafı kollamak, yandaş aramak gerekmez. Hâlbuki kötülük, iyiliğe benzemez, tek başına insan tekinin cüret edebileceği bir şey değildir, bir organizasyonun sonucudur. Mücadelenin zorluğu komplike olmasındandır.
” Usul esastan önce gelir” derken sadece biçimselliği tabulaştırmaz insan. Faydacı yaklaşıma tavır koyar. Kaf dağının ardındakine ulaşamasa da - atın önündeki eti itin önündeki otla değiştirebilir-Yürünen yolun varılan yerden önemli oluşu ya da sadece yola talip olmak, menzili yüce iradenin takdirine bırakmak mümin olmamızın temel esaslarındandır aynı zamanda.
Tanımlama meselesi, yöntemin sıhhatini belirleyen en önemli iştir. Bir 28 Şubat yıldönümünde uzun yıllara yayılan başörtü yasağı meselesinde bir türlü sonuç alınamayışını,sorunu sadece “mağduriyet” üzerinden tanımlamakla açıklayamam şüphesiz, ancak bu tanımlamanın en büyük hatalardan biri olduğunu düşünüyorum.
Mağduriyet,sonucunu öngöremediğimiz, önleyemediğimiz iç-dış eylemlerin sonucudur. İradi değildir. Trafik kazası, terör eylemi hatta etnik köken v.s.Hâlbuki dini, siyasi veya felsefi dünya görüşünün ya da yaşam biçimine dair kişisel tercihlerinin bedelini ödemek durumunda olanı “ mağdur “ değil “kaybeden” olarak tanımlamak gerekir. Bu anlamda kişisel tercihlerimiz doğumla kazandığımız hususiyetler değil, hiçbirimiz anamızdan felsefi bir dünya görüşü ile donanmış halde doğmadık. Onun için mesela -başörtülü olmak tercihini- istesek bile vazgeçemeyeceğimiz bir hususiyet olarak tanımlayamayız. Bu bizi sadece “başörtü mağduru “ değil aynı zamanda “din mağduru” haline dönüştürür ki Allah muhafaza…
Bizler -başörtü mağduru- değiliz. Devletin kadim anlayışı ve kurumları karşısında verdiğimiz mücadeleyi – kaybeden- iz. Ne yapabilirdik, devlete hiçbir faninin gücü yetmez, bizim de yetmedi...
Tanımlama meselesi önemsiyorum;
Mağdur olanı edilgen kıldığı için, mağdur ile mağdura yardım eden - iyi niyetle bile olsa – arasında hiyerarşi yarattığı için, eşitsizliği üretip beslediği için, Mağduru istismar edilmeye, el atılmaya müsait konuma düşürdüğü için, dilsizleştirdiği için, yaftaladığı için, çıplak bıraktığı için ve hepsinden önemlisi bütün bu tartışmaların Müslüman kadını dile düşürdüğü için “ başörtü mağduru” kavramını tiksindirici buluyorum.
Sözü bir anekdotla bitirmek isterim. 1996 yılında,baronun hakkımda açtığı soruşturma avukatlık yaptığım kasabada günün olayı olmuştu. Herkes bunu konuşuyordu. Yine bir kahvehanede söz başörtü nedeniyle açılan soruşturmaya gelince, kahvehanede oturan delikanlılardan birinin ayağa kalkıp şöyle bağırdığını anlattılar.
“Kapatın şu konuyu…O (yani ben) kahvehanelerde konuşulacak bir hanım değil”
Maalesef son yıllarda yaşananlar yüzünden, Müslüman kadın değil kahvehanede,bütün ülke sathında hakkında herkesin kolayca kelam üretmeye cüret ettiği insan haline geldi. Bu yasağın da mağduriyet tanımlamasının da en büyük zararı bu olmuştur. Bunun sonuçlarını hangi sürede tamir edebileceğimiz ise belli değildir.