Tasfiye Dergisi 34. Sayısında Alain Badiou’nun: Mücadeleci Sanat Fikri Hâlâ Bir Anlam Taşıyor mu? başlıklı yazısını yayınladı. Alain Badiou, “devlet gücünün koruması altındaki sanatla, tamamen militan olan sanatı ayırmayı öneriyorum” diyerek omurgasını belirlediği yazısında “devrimci sanat”ın nasıl gerçekleşeceği fikrini temellendirmeye çalışıyor.
Badiou’ya göre, Devlet iktidarının alanındaki sanatla militan sanat ayırımında fayda vardır. Zira militan sanatla resmi sanatın ideolojide biraraya geldikleri söylenebilir. Aralarındaki ayrım: resmi sanatın tarihsel muzafferlik söylemine ait ideolojik kudreti temsil etmesi; militan sanatın ise sonuçlanmamış olanın sanatı olmasıdır. Yani durumun sanatı ile, durumun koşulunun sanatı farklıdır. Militan sanat, var olanın imgesi olamaz, sadece olacak olanın saf varlığı olabilir; ontolojiye sahip olmak, biçimsel olarak da meydana gelen şeyi biçimlemek için yeni imkanlar oluşturmak, böylece sürece katılmak durumundadır. Sonuca değil de sürece katılması militan sanatı ontolojik ve biçimsel manada resmî-ideolojik sanattan ayırır.
Böylece militan sanatı süreç felsefesi üzerinden şekillendirmiş oluyor. Bilindiği üzere süreç felsefesi “dünyanın akışkan bir düzeni olduğu ama bizim bu düzeni akışkan ilişkiler içinde tecrübe etmeden anlayamayacağımızı” iddia eder. “Her şey hareket etmektedir”, değişmeyen bir şey yoktur. Heraklit’ten bu yana gelen “hareket” ve “değişme” (süreç-proses) kavramları nedeniyle “açık gelecek” hatta giderek “açık evren” fikrine geçmek gerekmişti. Bu felsefede “Varlık” değil “Oluş” önemlidir. Bir değişmeyen var mıdır? Bu olması gerekiyor. Örneğin Platon’un ideaları bu değişmeyeni ifade etmekte idi. Aristo ilk muharrik “tanrı” diyordu. Descartes, Tanrı’nın otomat bir evreni altı günde yaratıp, şimdi yedinci günde dinlendiğinden bahsetmektedir. Yani günümüz dünyası otomat bir dünyadır. Ancak değişmeyeni aramak, bu dünyayı açıklamıyor. Eğer değişmek gerçek ise, değişenin değişmeyene göre durumunu tespit etmek asıl hale geçiyor. Değişmeyenden değişen nasıl çıkmaktadır? Bir olandan-Varlık’tan-“çoğu” yani Oluş’u çıkarmak; benim eylemimi Varlık’a uygun hale getirmek; Varlık ile Oluş arasında sağlıklı ve senkronik rabıta kurmak ve değişen alem-eylem içinde “olmak”la, değişmeyen “varlık”a tabi olmayı muvafık eylemek sorunsalı bir arada gelişiyor. Nurettin Topçu ve Muhammed İkbal’in “Varlık”ı Tanrı olarak tespiti, insan eylemini “varOlmak”a götürmekteydi. Ama eğer Varlık’ı Tanrı kabul etmemekte iseniz, bu, devrimden başka bir yere varmayacaktır. Badiou’nun “sürece katılan sanat” fikri bana bunları hatırlatıyor.
Badiou, sürece katılan sanat fikrinin ideoloji ile ilişkisini de analiz ediyor. O’na göre elli yıl önce insanların komünist olduğunu ileri sürmesi imkansızdı. İdeoloji güçlü idi. Günümüzde ideoloji gücünü yitirmiştir. Güçlü ideoloji yitirildiğinde, militan sanatın ne olduğunu açıklamak güçtür. İkinci olarak da artık herhangi bir karizmatik gücün olmayışıdır. Bu yüzden güçlü bir resmi sanatın ihtimali yoktur. Resmi devrimci sanatın açığa çıkacağı bir iktidar/devlet alanı olmadığı için militan sanatın da ortaya çıkması güçlükle karşılaşır. Militan sanatın, güçlü bir ideoloji ile münasebet kurması gerekmektedir. Güçlü ideoloji yok. Güçlü ideolojiye kendisini atfeden gerçek bir iktidar yok. Sanatsal avangardın net tanımı yok. O halde sanata ait alanın kendisinin bir siyasiliği olduğuna hükmetmek gerekir. Sanat siyasetten ayrılamaz.. Ancak sanat siyasi olayın yaratımı da değildir. Çünkü siyasi olay kendine uygun yasaları izler. Bu nedenle militan sanat için dört ilke geliştirilebilir: 1) İdeolojik düzeyde ünsiyetin yerine somut ünsiyet kurmak. Ortada güçlü bir ideolojinin olmadığı bu vasatta, siyasetteki yerel tecrübelere yakınlaşmak. Filistin meselesi de olabilir, azınlıkların harekete geçirilmesi de. 2) Muhalif hissiyattaki bir güçlü ideolojiye dönüşün tedrici bir şekilde düzenlenmesi teşebbüslerini tanımalıyız. Sanatsal yaratım alanında militan bir faaliyetin yeni biçimlerini yaratmayı istiyorsak, bu yöndeki çabalardan haberdar olmalı ve onlara katılmalıyız. 3) Temsilin yerini alan gösterim yönünden yeni biçimsel buluşlar ortaya koymak. Evrensel geçerliliğe sahip güçlü görüşün değil, yerel deneyimlerin “biçimleriyle” somut ilişki kurmak gerekir. A) Yerelde güçlü olanın yanına gitmek, B) Güçlü düşünceye dönüş imkanlarını taşıyan felsefi mahiyetli sahici teşebbüsleri desteklemek, C) Sonuçların temsili yüceltimini hedeflemeyen açık gösterimlerden yeni biçimsel imkanlar elde etmek. 4) Yerel direniş tecrübesiyle somut ilişki ile, eylemle sahici bir sanat eseri tasarlamaya yönelik bir birleşim meydana getirmelidir. Böyle bir şey yapılırsa, eylemlerin sahici militan sanatla, fakat aynı zamanda entelektüel etkinlik düzeyini tutturarak yeni biçimsel icadın varisi olan sanatsal yaratıma ulaşılabilecektir.
Badiou’nun fikirlerinin sanatla ilintisini kurmak güç. Zira sanat aheng mi, kaos mu? Sanatı militarize ederek, özellikle İslam sanatı açısından kainatı açıklamak mümküngörünmemekte. Sanat bir yıkma eylemi değil yapma eylemi. Yaparken de kimsenin kılına, malına dokunmamayı mümkün kılan bir hulk ve ahlâkı hayat edinmek gerekiyor. Eylemim kainatı bana kızdırmamalı. Kainatı burada zikretmemin bir sebebi var. Çünkü es-Sani olan Allah “Ve dağı görürsün, onu hareketsiz sanırsın. O, bulut gibi hareket eder. Herşeyi sağlam yapan Allah’ın yaratmasıdır. Muhakkak ki O, yaptıklarınızdan haberdardır.” (27 Neml 88) ayetinde çoğu mealin “Allah’ın yaratmasıdır” diye verdiği anlamı arapça metinde “sun’allâhillezî etkane kulle şey’(şey’in)” şeklinde beyan etmiştir. Bu ayette Allah, kendi yaptığı işi “Allah’ın sanatıdır/ sun’allâhillezî, her şeyi sağlam yaptı” diye beyan etmektedir. Alemde kaos ve militarizm değil aheng ve denge/kıst olduğuna binaen Badiou’nun fikirlerinin bizde bir karşılığı olmayacaktır. Şimdi biz statik olduğunu düşündüğümüz dağın da bulut gibi hareket ettiği bilgisi ile karşılaşmış durumdayız. Dağın “hareket”i ve o devasa cesameti arz’ı değiştirmiyor, denizleri taşırmıyor, varlığı ezmiyor. Bu nedenle hareket’in devrim olduğu fikrinin temelleri eksik kalıyor.
Türkiye’de İslamcı sanatın “devrimci” bir dalga olduğu iddiası sıklıkla ifade ediliyor. İslamcılık düşüncesi “devrim” fikrini nereden aldığı konusunda bir vuzuh getirmiş değil. Kur’an’da bir yerde inkılâb kelimesi geçiyor: “Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp (munkalebin) devrileceklerini- döndürüleceklerini (yenkalibûn) pek yakında bileceklerdir.” (26 Şûara 227). Çok ilginç bir şekilde bu ayetin “şairler” hakkında inzal olan bir grup ayetin sonuncusu olduğunu görüyoruz. Allah şairlerden bahisle “onlar her vadide aylakça gezinirler, ve onlar gerçekten yapmadıkları şeyleri söylerler” (26: 225- 226) buyurduktan hemen sonra Şûara 227’yi beyan ediyor. Bu ayet iki parça geliyor: 1) “Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah’ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar (ventesarû) başkadır.” Bazılarıventesarû kavramına “kendilerini savunanlar” “haklarını alıp ödeşenler” anlamlarını veriyor. Diğer bazıları ise kavramı “öçlerini alanlar” diye anlamlandırıyor. Ben Hz. Yusuf’un kardeşlerinden ve Hz. Peygamber’in de Mekkeli müşriklerden öç aldığı şeklinde bir kayda rastlamadığımdan, buradaki inkılâbın insan eyleminin ürünü olduğuna bir türlü kanaat edemiyorum. 2) Zulmedenler bir inkılâba uğrayacaklar. Bu durumda, Munkalib-i Sani, yağmuru yağdıran, rızkı veren, ölümü ve hayatı yaratan rabbi’il Alemin değil midir?