Menu
ANLAMAK NEZAKET VE EDEPTİR
Deneme/İnceleme/Eleştiri • ANLAMAK NEZAKET VE EDEPTİR

ANLAMAK NEZAKET VE EDEPTİR

“Hâl'e bürünmüş anlamayı” ne vakit kaybettiğimizi merak ediyorum…

Yahya Kemâl’in “Yârab bana bir ses yaratan kudreti ver!” derken aklım Şeyh Edebâli’nin dergâhına, Osmanlı’nın kuruluş nehrine akıyor. Fütuvvet denilen nizâm-ı âlem emânetini bir ülkü olarak benimseyen ecdâdın aklı hiç şüphesiz ki, Yesevî  Dergâhı’nda uyanıyor. İşte “hâl’e bürünmüş anlamayı” da bu eşikten, bu ocaktan, bu akıl ve gönül ırmağından uzaklaşmamızda aramalı.
Aramalı, fakat nasıl?
Aramalı, fakat neyle?

Bilinen bir sualdir; ”Çok gezen mi yoksa çok okuyan mı bilir?”
Hep düşünürüm; çok gezen neyi görür? Çok okuyan neyi bilir? Oysa benim ruhum hep gözlerini kapadığında gözleriyle görmüşçesine hâlini şeyhine arz eden, şehirleri, âlemleri seyr eden Horasan Erenleri’nin mânevi iklimini koklamak için yandı. Çünkü sâdece gözlere ve manzaraya mahkûm olmak bir ortaçağ yalnızlığı idi. Gotik bir yalnızlık ve çığlıktı. Çünkü benim görmem, gözlerimi yumarak eşyânın hâfızasını duymama, işitmeme, dinlememe bağlıydı. Çünkü benim bilmem de sadece kelimeleri satırdan okumak değil, sadırdan okumak ve gönlümde êşyânın ardındaki asıl mânâların dirilmesine bağlı bir keyfiyetti. Yahya Kemâl’in yeniden yaratmak istediği ses; eşyanın hâfızasını yeniden dinlemek ve yeniden bir terkib ile ses, yâni; mânâ yaratmak, yeniden anlamaktı…

İçimizde yeniden bir “dirilme ve ayağa kalkma aşkı var” bu bir vakıa. Ancak yeniden anlama ve dirilmenin ontik iklimine ne kadar yakınız? İşte asıl sorgulamamız gereken ve bizi kuvveden fiile çıkaracak yegâne kudret bu sualde. Ne ki; sualler de, cevapları da kendi içimizde. Bir an gözlerimizi kapayıp hafaza meleklerine sormak gerek; biz kimdik, şimdi neyiz? Nereden geldik ve nereye gidiyoruz? Ekranlar bir savaş meydanı, meydanlar ve zihninler yahudi saçı gibi kapkara bir zifir ve küfür kokuyor!

Bir hâl var gönüllerimizi her gün biraz daha karartan? Fakirlik değil, ekonomik bozukluk değil bizi zift ırmağında günde beş öğün karalara boyayan. Her gün biraz daha birbirimizi ve vatanımızı az sevdiren… Her gün biraz daha az hissettiren bir hâl var üzerimizde. Bir eksiklik... Bir eksilme…

Oysa tekrarı yok hiçbir yaşanmış ânın. Bu anlasalardı Avrupa’ya münevver göndermek yerine Medeniyet ruhlarının hangi ocaklarda piştiğini, hangi eşiklerde u/yanıp, hangi gönlün akıl toprağında yeşerdiğini içlerinde bir ses yaratırcasına, yırtarcasına, yırtınırcasına anlamaları lâzımdı. Din; Yesevî Dergâhı’nda yalnızca fıkıh değildi. Din; Âhi şeyhi Edebali’nin ocağında bir taassup şerhi değildi. Könle dalmak; yanmaktı önce.. O aydınlıkta okumaktı âyetleri ve kâinatı. En başta da insanı…

Devlet-i âli Osmâni ne zamanki bu çizgiden bu iklimden koptu işte o vakit kapladı taassub otları yurtları, hafızaları, hayatı, cemiyeti ve gönülleri. “Hikmet ümmetin yitiğidir” dendiği yerde hikmet ve tefekkür ruhu can mânâsıyla bizi terk etti, geriye yalnız donmuş, kaskatı kesilmiş bir din cesedi kaldı.

sm1Şimdi bu kadavranın altında eziliyor ruhumuz. Ya bu kadavra hikmet ve düşünce ateşiyle yeniden canlanıp hayat bulacak, yahut bu kadavranın altında ezilmeye, derinlikten, incelkten, sesten ve anlamaktan yoksun bir yaşamanın içinde yaşamadan ölmüşler mezarlığına gömüleceğiz. Oysa dinimiz bize yaşamadan ölmeği değil, ölmeden evvel yeni bir hayatla dirilmeyi emrediyor. Yeni bir hayat; yeni bir ses; yeni bir form ve kuvveden fiile yeni bir diriliş!

Bir ses yaratmak; insanın kendini yaratmayı yeniden keşfetmesidir. Eşyâya ve kelimelere dokundukça kendi boşluğunda dönen zayıf bir fonetik sanki dilimiz. Öylesine birbirinden kopuk, öylesine kaba ve nezaketten uzak. Ezber ve taklitten öteye gitmiyor meydandaki sloganlar, naralar. Henüz ifâde gücünü bulamamış heceler, mânâsına bürünüp birbiri ardına eklenmiyor kelimeler.

Dünya kelimelerin mânâsını kaybetti!

Çünkü mânâ her şeyden önce incelikti…

İncelik ise nezâket!..

Ne cemaat, ne Türkçe Olimpiyatları, ne hükümet, ne yollar ne yolsuzluklar bizi Yesevi Dergâhı’nın tefekkür ve gönül aynasından kopartan.

Bir muhayyel çiçeğin gölgesi ve sesi içimizde kırılgan ve kederli... zelil ve sefil…

Her gün biraz daha kopuyoruz gönülden ve O’nun dilinden. Çünkü dillerimiz artık bir akrep kıskacı. Siyâsetin de, san’atın da dili böyle. Hatta dînin ve inancın bile…

Arapça gramer ustası televizyon vaizlerinin akşama kadar bitip tükenmek bilmeyen bir öfkeyle âdeta kendileri bir tanrıymışçasına fıkhi konuları emretmeleri Allah’ı insandan fersah fersah uzaklaştırmaktan başka neye yaramıştır? Koca Yunus; “Şeriat, tarikat yoldur varana, hakikat marifet, andan içerü,” derken bizi içimizde bir ses ve mânâ yaratmaya davet etmiyor mu dersiniz?

Osmanlıyı yıkan ne ekonomik krizdi ne de Avrupa’nın muasırlaşmasına yetişememe. Osmalıyı asıl yıkan anlamı donmuş zihin ve zihniyetin canlı ve hayat ile dolu mânâ ve fikre taarruzu, katletmesi, lânetlemesi, küfretmesi, incitmesi idi. Osmanlıyı yıkan mânâyı ve aklı yaratan ince fikrin, inceliğin yok edilmesiydi. Karanlık gibi katran bir zift içinde en galiz bir dille çırpınması idi..

sm2Yine aynı katran kazanında akşama kadar kaynayıp duruyoruz dostlar. Gözlerimiz hep ekranlarda. İzliyor ve yalnızlaşıyoruz gitgide. Duymuyoruz artık. Bir hipnoz cehenneminde mütemadiyen programlanıp, ezberlerle boyanıyoruz. Hakkın mürekkebi bizi çoktan terk etti.

Oysa zor değil tekrar gözlerimizi kapayıp içimize açmak… Zor değil tekrar vicdanımızdaki o ince sesi duymak. Mânâları sezmek o kadar zor değil. Bizim ruh kökümüz bu katran kazanında kayıtlı değil. Lütfen artık siyâsilerimiz bıraksınlar bu nezaketten uzak, bu mütemadiyen karalayan dili.

Siyasetçilerimizden her şeyden evvel incelik ve nezâket istiyorum artık.  Şeyh Edebali’nin Osman Gâzi Hân Dedeme yaptığı öğütleri tekrar önüne alıp güncelleyecek, yeni bir ses ve yeni bir dil yaratacak devlet adamları istiyorum. Suçlandığında sabreden, kendisine öfkelenildiğinde uysal ve olgunlukla mukabele eden, gücenildiğinde gönül alan bir halife istiyorum. Her daim kendini sorgulayan ve gücünü ve zamanını yalnız hizmete adayan bir Tapduk hâdimi istiyorum.

Bencillik ve bayağılık kokan hareketlere cevap vermeye dahî tenezzül etmeyecek bir vak’ar istiyorum onlardan. Kendisini öldürmeye gelenleri beddualarla yerin dibine sokan bir âlimler değil, fitne ve küfrün ateşini gönlünde, şefkatinde, hayır dualarında söndürecek âlimler istiyorum…

Aile mahremiyetini ağzına dolayan bu pis kaset furyasını çekin gözlerimizin önünden! Hiç mi bizi, evdeki kızlarınızı, çocuklarınızı düşünmüyorsunuz? Babasını, dedesini rezil ettiğiniz gençlerin alın yazısı gibi net sayfalarında bir ömür hayatlarını zindan edecek bu lekeleri bu haysiyetsizliği artık silin lütfen, çok rica ediyorum!

Biliyorum…
Siz benden her seçim dönemi sâdece bir “oy” istiyorsunuz…
Ben de sizden, ne yol, ne baraj, ne ev ne para ne seyahat ne sefahat istiyorum.
Din için… İmân için… Vatan için… Yeniden bir millet ve devlet olabilmemiz için…
Yeniden bir ses ve mânâ yaratabilmemiz için
Kaldıysa…
Biraz NEZAKET istiyorum!
Zîra; anlamak bir sehl-i mümteni…
Anlamak; gönül aydınlığı, letafet..
Anlamak; EDEP demektir.

Devlet ebed müddet Edep’le yaşar…

Cümleye kadirşinaslıkla…
Hû..

Diğer Yazıları