Sokakta oynayabilen ve belki de oynamayı bilen son nesildik. Çocukluğumuzda sokağımızın yolları ve bahçelerimiz şimdikinden daha bakımsız bir durumdaydı. Asfalt üstüne asfalt dökülerek sürekli yükselen yollar ve birbirine geçmeli taşlarla veya asfaltla örtülen ve bahçelerin yeşilliklerini daha da azaltıp otopark alanlarını daha da genişleten düzenlemeler yoktu yani. Her şey olması gerektiği gibiydi sanki; daha tabii, daha insani… Bostancı’da hemen E-5’in alt sokağında olmamıza rağmen en aslî belediyecilik hizmetlerini dahi 1994 yerel seçimlerinin ardından almaya başladık. O zaman evlerdeki musluklar gurultu çıkaran borular, çöpler ise hem kokusu hem görüntüsü ile sokağın olmazsa olmazıydı.
Her bir bahçede, sanki o bahçeye has bir meyve olurdu bizim sokakta. Aycibinlerin eriği, Halim hocaları şeftalisi, bizim bahçenin kirazı, malta eriği vs. Ve yine her bir apartmanın kendine ait bir hususiyeti vardı; albayın bahçesi esrarengiz, Oktay ağabeylerinki mahallenin köpeklerinin beslendiği arka bahçe, bizim bina önü ve arkası ile her daim oyun alanı.
Sanırım 1989’dan 2003 senesine kadar her gün, her an bir meşgale bulabilirdik sokakta. Eskiden yeniye ya da çocukluktan ilk gençliğe gelecek olursak; seksek, saklambaç, yakar top, köşe kapmaca, yağlı kayış, uzuneşek, futbol, basketbol… Her birinin kendine ait bir zaman ve zemini olan onlarca oyun. Özellikle futbol maçları için sokağın iki yanını çöp bidonlarıyla kapatıp trafik akışını kesmek, sokak üzerine park edilmiş araçları arka bahçelere çektirmek ve uzun saatler yorulma bilmeden top peşinde koşturmak en büyük zevklerimizdendi. Eve alınması gereken ekmek, süt gibi şeyler ise maç sonlarına kalırdı annelerin camlardan yarı bellerine kadar sarkarak olanca güçleri ile bağırmalarına rağmen… O zamanlar pencereler daha bir önemliydi herhalde; hanımların sadece bir ikisi değil büyük kısmı birbirlerini günün belli saatlerinde pencerede bulup laflayabilirlerdi.
İstanbul’a o zaman da kar yağardı, hem şimdikinden daha yoğundu hem de toprakla temas ederdi. O zamanlar mahallenin çocuklarının keyfine diyecek olmazdı. Sokağı gören ancak sokaktan görülmeyen siperlere pısıp kartopu yığınaklarının başında yoldan geçecek bir arabanın dört gözle beklendiği anlar. Araba sokağın başında görüldüğünde karşılıklı haberleşmeler ıslıklarla ve ardından arabaya kar değil kartopu yağışının başlaması… Şoför daha ne olduğunu anlamadan arka bahçelerden aşağı sokağa sızmalar… Tabii burada 1990 öncesi belki de Türkiye’nin en işlek yolu olan E-5’den geçen arabaları belli bir süre saymanın mümkün olduğunu da eklemek gerek. Sokaktan geçen arabaların yoğunluğu da buna kıyas edilmeli. Kar mevsiminde kadınlar da gece saatlerinde sokağa inerlerdi yürüyüş yapmak ya da kartopu oynamak için; biz de yine peşlerindeyiz tabii. İnsanların paylaşacak ne çok şeyleri varmış…
Sokaktaki oyun akışı hiç hız kesmezdi. Günün belli saatlerinde şimdi ne yaptıklarını bilmediğim onlarca çocuk cıvıltılar saçarak türlü oyunlar oynarlardı. Bu akışın kesilmesinin sadece üç nedeni olabilirdi: Yoldan araba geçmesi; oyunda kullanılan oyun aracı sahibinin mızıkçılık yaparak oyundan ayrılması; sokağın başında albayın görünmesi. Özellikle bu sonuncusu, o çocuk cıvıltılarıyla birlikte sanki kuşların ötüşlerini, rüzgarın esmesini, kedilerin miyavlamasını da engellerdi. 70’lerinde asık suratlı, ağır adımlı, konuşmayan bir albay emeklisi. Sokakta konuştuğu tek kişi belki de babamdı. Hikayesi uzun albayın.
2000’lerden önce her bir şeyin alınabileceği farklı mekanları, dükkanları vardı bizim sokağımızın da; bakkal Turan, kuruyemişçi Cengiz, Huzur Kasap, nalbur Fâris Amca, berber Bülent ağabey, alüminyumcu Metin ağabey ve şimdi adını hatırlayamadığım daha başkaları. Şimdilerde olduğu gibi market patlamasına maruz kalmamıştı henüz şehir. Hala veresiye defterleri vardı, satıcı hangi ürünü kimin için kenara ayıracağını bilirdi. Daha da önemlisi ünsiyet vardı insanlar arasında. Küçük bir dünya, küçük bir İstanbul’du şirin sokağımız da o zamanlar; her görüşe sahip insan vardı ancak bunu sorun etmezlerdi. Erol Amca, Çağlar Ağabey, Ersin Amca, Ahmet Hoca, Metin Ağabey vs. birbirlerine çay-çörek ikram edebilirlerdi. Herhalde en çok buluştukları yer de Erol Amcanın bürosuyla bizim pederin kırk ambar dükkanıydı; herkesin her işinin görüldüğü, her türlü tamirinin ücretsiz yapıldığı ve sürekli geleni-gideni ve ikramı olan benzersiz bir mekan…
Geride kaldı o yıllar; şimdi sanki anneler doğum yapmıyor, doğanlar sokağı görmüyor, görenler inmiyor ya da çocuklar akranıyla oyun oynamaktan veya -bir diğer ihtimal- çocukluklarından vazgeçtiler. İnsanın da sokağın da cazibesi kalmadı galiba. Sadece her biri işyeri olan birinci ve ikinci katlardan aşağıya inenlerle dolan lokantalar ve hiç eksilmeyen araba gürültüleri var artık bizim sokakta. Acaba bütün sokaklar mı sokaklığını yitirdi de içlerinde çocuklar koşuşturmaz, hanımlar laflamaz, dükkan sahipleri birbirleriyle konuşmaz oldu yoksa ben mi kendi tecrübemi fazla önemsiyorum? Sahiden hala var mı eskinin sokaklarından? Muhtemelen benimki bir yanılsama, hala var o sokaklardan… Ama nerede?