Menu
Semânın sesini görmek
Deneme/İnceleme/Eleştiri • Semânın sesini görmek

Semânın sesini görmek



Mârûzât: Baktım… Ama hemen farkına vardım ki, gözlerine bakmak gözlerimi yakıyor. Yangın gözden başlıyor ve gönlün en el değmemiş, en mahrem yerlerine uzanıyor. Güzelliği vurgulayacak kadar iri, kahverengi, pürüzsüz, net; hafif güleç, az tedirgin, çok huzurlu; seven bir çift göz. Seven bir gözün kendi gibi bir çift bulması ne de güzelmiş Allah’ım...

Aslına bakılırsa insan gözleriyle bakmazmış. Göz de, aslında vazifelerinin farkına adam akıllı varamadığımız onlarca organımız gibi alet olmak hasebiyle değerliymiş. Yani insan, gözleriyle gördüğünü zannettiği anda, gerçek görmenin anlamını yitirirmiş. Gören ve duyan ve anlayan sadece kalpmiş. Gerisi “vesaire” imiş… Geç de olsa galiba anladım… Semanın sesini görmek dedikleri şey de bu olsa gerekmiş…

Farkına varmak önemlidir; görme eyleminin gözden başladığı zaman gözde, gönülden başladığı zaman gönülde son bulacağının farkına varmak. Farkındalığı yitirdiğimiz için, göremez olduk belki de, daha çok bakmamıza, görselliğin yükünü daha bir yoğun sırtlamamıza, hayatı anlamlandırmada gözü yalnız canına belirleyici olarak tayin etmemize rağmen görmenin anlamı yitti. Her baktığımızı görsek halimiz nice olurdu? Her gördüğümüzün künhüne vakıf olsaydık, kaç kişiyle irtibatımızı sürdürebilirdik? Her anlama gayretinin, kendimizi/enemizi tatminden öte bir amacının olmadığını kavrasak bu dünyaya nasıl sabredebilirdik? Belki de böylesi daha iyi. Varsın insanlar baktıklarını gördüklerini zannetsinler. Zaten herkesin her şeyi anlaması iyi bir şey olmasa gerek.

Zaman ne kadar da ezici. Bir yaren de olmasa, bu kadar yük zayıf bir sırtta, halsiz, mecalsiz bir bedende nasıl taşınabilir ki! İnsanın sevgiyle doğrulmayan belini, yedi cihan yan yana gelse doğrultamaz. Sevgisiz olan sevemeyen, hayatın altında kalmaya mahkûm, hayatı sırtlamaktan uzak. Görmek de burada başlıyor… Seni göreni görebilmek, kendisiyle tam olabileceğin yarımını görebilmek. Belki günde beş defa kapısına varsan da, göremediğini bir anı yakalayıp görmek. Esmâ’nın tecellisini bir an olsun zihne düşürmek. O zaman her şey çok daha farklı olurdu.

Evet, ona daha önce defalarca bakmama rağmen, ilk defa görmüştüm. Kalbinin tüm inceliklerini, zihninin derinliklerini, sevgisinin bitimsizliğini. İlk defa tadına varmıştım, bambaşka bir duyguyla sevilmenin. Bu sevgi, annenin, babanın veya bir dostun sevmesi değildi kesinlikle. Sevginin tonlarının türlü türlü olduğunu galiba o zaman anladım. Evet, o zaman anladım Âlemlere Rahmet olanın fem-i muhsininden dökülen ve sevgiyi akla, nefse ve ruha izafe eden kelamın inceliğini. Bazı şeylerin cidden yaşanması gerektiğini işte o zaman anladım.

Hayallerine ket vurmamalı insan. Dünyalar kadar düşünmeli, ufku dünyaları kucaklamalı. “Nemelazım, bu da olmayıversin” dememeli, dilediklerini sonsuzluğa ertelememeli. Makul olanın, hissi olanla buluştuğu anları kesinlikle kaçırmamalı. O anlar, kendini sıradan zanneden nicelerini mevcut pozisyonundan alıp mele-i alâya yükseltiyor. Sıradanlığın tiksindiriciliğinden kurtarıyor ve sevilen bir insan olmayı nasip ediyor. Sahi, insanın bu dünyada, aklına ve vicdanına güvenilebilen insanlar tarafından sevilen ve kabul gören biri olmaktan başka bir gayesi var mı? Ya da tabir-i diğerle, duru ve varlığın bizatihi kendisine şahit insanlar tarafından sevilmek gerçek Rahmet’in sahibinin eseri değil mi? O değil mi, kendisi tarafından sevilenin hem göklerde hem yerde kabule mazhar olacağını söyleyen?

Dikenli yollar, dikenlere direnebilen yürekler istermiş. O yollara herkes giremezmiş. Ve yürekleri âlemi kuşatmaya namzet olanlar, yükü nimet bilirlermiş. Nicelerinin dışarıdan bakarken ürktüğü nice yükleri “of” demeksizin yüklenir, “bana ne” demez, “bana gerek” derlermiş. Ahirete olan imanları, onları bu dünyada dev yaparmış…

Sahi, insan ne zaman unuttu öteler için bir şeyler yapmayı? Ne zaman, içinde bulunduğu anı mutlaklaştırma gafletinin kölesi oldu? Ne zaman mevcut olanı en iyi olanla eşleştirdi, bir/eş kabul etti? Bunlar bir şey eksiltmedi mi ondan? Ya da insan eksildiğini, değerini/anlamını yitirdiğini nasıl anlar ki? İlle de birilerinin, yanlış giden bir şeyler olduğunu söylemesi mi lazım? Aklına atıf yaparken olabildiğince cömert davranan insan, gönlünün kapısını çalmaktan neden korkuyor?

Hangi gemide yolcuyuz tam olarak kestiremiyorum… Hangi yolun yolcusu olduğumu bilecek gaybî bir ihbara da mülâki olmadım. Sadece bir şeyi öğrenmenin yolunda hissediyorum kendimi: Kendini bilmeye adımlamak. Zor bir patika, dikkati dağıtmamak gerekiyor, ayak hiçbir suretle kaymamalı. Yolda ise bir yaren. Buğusunu sürdüğüm, kokusunu hissettiğim, İstanbul’un soğuğunda uzaklardan da olsa yalnızlığını paylaştığım biri var önde. Çekiyor bir çıkrık patika yolun sonuna ikimizi de. Bir düğümü onun elinde, bir düğümü benim elimde. Çıkrık ikimizin de dışında, ötesinde. Çok ağır tırmanıyoruz. Tepede bir yanardağ var, bizim de yangınımız artıyor ona yaklaştıkça. Rüzgâr nedense daha bir sertleşiyor, patika yol, yamacın kenarına iyice yaklaşınca. Adımlarımızı aynı yere basıyoruz. İkimiz de bir izi sürüyoruz, demek ki daha önce geçenler olmuş bu yollardan, yalnız değiliz yürüyüşümüzde, yalnız olmayacağız varacağımız yerde… Demek ki, bizden önce de semanın sesini görmek için adımlayanlar olmuş, ilk defa seven biz değiliz.

Sabır cümleleri telkin eder bazıları yüksek sesle. Sabrın faziletini anlatırlar, büyüklerin sabır gösterdikleri eylemlere örnekler verirler durmadan. İyi de, insan içeriğine vakıf olamadığı bir şeyle ilgili olarak ne tür bir tavsiyede bulunabilir ki! Evet, bazıları ile ayrı vadilerde dolaşıyoruz. Ya da başka bir deyişle bazıları ile kesinlikle ayrı vadilerde dolaşmak gibi bir yükümlülüğümüz olmalı. Onlarla paylaşarak mevcudumuzdaki hakikati incitmemeliyiz. Onların bizi anlamasını beklemek de kesinlikle boşuna. Her ne ki, onun dışında, onu kesinlikle bağlamıyor; her ne ki çıkarına (buna dava, şahsi çıkar, fikir vs. denebilir) aykırı görüyor, aslan kesiliyor baltalamak için. Küçük insanlardan büyük anlayışlar beklemek yıpratıyor nazenin yürekleri. Sürekli olarak “aman insan” derken, sürekli olarak “insan” farz ettiklerinden zarar görmek. Yaşamak, erdemli olmak için çırpınmak ne kadar da zor değil mi! Kötülük göreceğini bile bile iyilik yapmak ve olumsuzluğu asla karşıdakine ihsas ettirmemek.

Elimi tutmaya devam edersen, direnmeye devam edeceğim. Düşünmesi dahi imkânsız ya, elini gevşetmeyi aklından geçirsen de ben seni bu can bu tende olduğu sürece kesinlikle bırakmayacağım.

El-cevap:

Elini bırakmayacağım, sözüm olsun!

Diğer Yazıları