Ayrıntılar ne kadar keşfedilirse o kadar anlamlı oluyor hayat. Büyük bir çaba gösterilerek ancak o nispette bilinçsizce tekdüzeleştirilen modern hayatlar anlamı sürüp çıkardı insanın gündemden. Anlamın kaybından dolayı ortaya çıkan boşluğu ise daha başka şeyler doldurdu. Öyle ya bazı yerler ve anlar boşluk kabul etmez. Para, mevki, dünyevî idealler, fani sevgiler vs. çepeçevre kuşattı savunmasız yani anlamsız kılınan hayatları. Bu durum sadece kıyâmete kadar insanların kâhir ekseriyeti oluşturacak olan genel kitlenin değil, modern dönemle birlikte, kabulleriyle çelişir bir tarzda anlamsız bir hayatın içerisinde kendisini bulan Müslüman hayatların da problemi oldu. Artık miras olarak alınan din yetmemeye başladı bu hayatlara. “Tüketmek için üret” diyen paradigmanın telkinleri, “kul olduğunu unutma”, “israf etme” gibi söylemlerle yüzyıllar boyu insanlara anlam veren dini işlevsiz hale getirdi. Bunun sonucunda ise ikircikli bir tip peyda oldu: Ne yardan ne serden geçebilen; ne hakiki yâra varabilen ne de beden ve dünyasından vazgeçebilen. Hayatlar çelişik bir hal alınca anlam artık duramazdı orada. Gitti.
Semboller, asla ait bir öz ve işaret taşıdıkları için önemlidirler. Hatta onlar zaman zaman asıl kadar ehemmiyet kazanırlar. Klasik dönemin kendine ait sembolleri olduğu gibi modern dönemin de sembolleri var. Modern öncesi İslam toplumunda namaz, ezan; Hıristiyan toplumunda kilise, çan; Yahudi toplumda kippa, havra bu sembollerden bazıları. Modern dönemde ise genellikle dinî çağrışımlı bu sembollerin yerini, din ile ilişkisi olmadığı vurgulanan bir dünyanın madde eksenli sembolleri aldı. Modern insan için marka, görünüm, imaj kadim sembollerin yerine ikâme edildi. Aslında mezkûr sembollerin dönüşümü bile, kadim toplumda hayatın anlamını dinde ve dinle arayan insanın, modern dönemde algısını dünya ile sınırlandırdığını ve bundan dolayı da anlamsızlık problemi ile karşı karşıya kaldığını gösterir. İşin bize bakan tarafı ise, sembollerin dezenformasyonu. Birileri mutlu olabilir: İçi boşaltılan sembollerimiz var artık (nedense akla başörtüsü geliyor!)…
Anlam arayışı sorular üzerine bina edilir. Önce sorular gelir, sonrasında sorulara verilebilmesi muhtemel cevaplar aranır. Yani anlam arayışı bir tür cevap arayışıdır. Peki, insan neyin cevabını arar? Herhalde tarih boyunca insanın zihnini en fazla kurcalayan meseleler, varlık, kainat, yaratıcı, hayat, ölüm, ölüm sonrası gibi keyfiyetinin tespiti gerçekten oldukça zor olan ontolojik problemler etrafında dolaşır. Bunların tamamına insan aklını ikna eden tarzda cevap verme imkanı yoksa da, büyük bir kısmına din tarafından verilen cevaplar ruhu teskin eder. Bu durumda anlam, insanın içinden, özünden neşet eden bir şey değil, insan dışında var olan bir şey olmaktadır. Bu şekilde insan, kendisi dışında ve kendisinden her düzlemde bağımsız bir hakikat algısına sahip demektir. Böyle bir algı ise post-modern insan algısı ile modern-öncesi insan tecrübesinin derin farklılığına işaret eder. Bu noktada özellikle dikkat çekilmesi gereken şey, modern insanın “soru”suz bir şekilde hayatını sürdürdüğü ancak “sorun”suz bir hayata ulaşamadığıdır. Sorularını yitirmekle anlamı da yitirdi insan.
Anlamı kadim Yunan düşüncesinde, septizmde veya varoluşçu felsefede aramak da bir şeydir ve amaçsızlıktan iyidir. Bulamadığını bilmek de, bulduğunu zannetmekten her zaman daha iyi bir durumu gösterir. Ancak anlamın son tahlilde metinden, eşyadan ve düşünceden nispeten farklı bir kavrayış ile ilgili olduğuna işaret edilmelidir. Yani modern (veya eğer mümkünse saf) aklın ve onun meyvesi olan duyulara dayalı bilginin, tekevvünü ve tespitinde çok az pay sahibi olduğu bir alanda: inanç. Öte yandan melekelerini kavraması, insanı maddeden bağımsız olmaya arzusuna iter. Bu ise malum dünyevî çevrilmişlik ile mümkün değildir. İşte bu “iki arada bir derede” oluş hali insanı, kendi varlığını konumlandırma zorunluluğuna iter. Din bu noktada bir tercih imkanı sunar, hem de sonuç doğuran bir tercih imkanı. Zaten insan eylemleri ile insandır, tercihleriyle insandır. Modern dönem ise duru, katışıksız tercihlerin yitirildiği bir dönem. Artık insan nasıl davranması gerektiğini düşünen toplum mühendislerinin kuklası ve sadece milyarlarca tüketiciden biri, iradesi olmayan bir kukla…
İnsan bilinemezliklere meftundur. Her ne ki sırlıdır, insan onun tutkunudur. O yüzden anlamın saklılığı içten içe cezp eder insanı. Perdeleri bir bir kaldırarak gerçek kapının önüne gelme hissi onu daha bir kamçılar arayışında, sorularında. İnsan çoğu kez anlamı bulduğunu zanneder harabelerin yitik kapıları önündeki kulpları ilk tuttuğunda. Evet, içi cennet olan bir viranenin varlığı imkân dâhilindedir ancak dışı cennet olan bir harabede yer bulamaz anlam. Modern insan gizemi, sırrı yitirdi. Hayalleri bile dünyevî oldu onun. Sanki sadece kocaman bir göz olarak konumlandırıldı o. Gereksiz şeyleri çabucak bulabilirken gerekli şeyleri arama özlemini yitirdi. Hasılı durumu böyle olanın anlamı olmaz.
Modern dünya perişan etti insanı. Tabiatını bozdu onun. İnsan anlamını yitirince kainatı da anlamsızlaştırdı, bütün gücüyle sömürdü onu. Kan döktü acımaksızın, kendisinin olmayanı kendisinin farz ederek işgal etti nice yerleri. Havayı zehir, suyu zehir, uzayı çöplük etti. Ve şimdi dünyadan kaçmanın yolunu arıyor. Halbuki yüzünü de sırtını da yanlış yere döndü. Kaçılacak yer başka: fe-firrû ilallâh…
Böyle bir bakış açısı, sorunu benim, senin, ümmetin sorunu olarak değil, her bir ene’nin ve insanlığın sorunu olarak tespit etmenin daha doğru olacağını söylemek anlamına gelir. Evet, her insan tektir ama aynı zamanda her insan, insandır ve bu insan oluşun tüm gerekleri belli oranlarda onda mevcuttur. Bu durumda her bir insanın özüne hitap eden, anlayabileceği ve anlamı heceleyen bir dil olmalı. Milyarlarca insanda aynı etkiyi doğuran bir dil. Böyle bir dil var ve bu dilin en net ifadesi şu: İnsan kul olmalı…