Evvel ve ahir, değere değer katan iki unsurdur. Bu, arka planı ciddi şekilde doldurulabilecek bir yaklaşım tabii. Neredeyse her alınan soluk öncesi ve sonrası ile kaim. Her itirafın, bidayette ve nihayetteki pişmanlıkları gibi… Avatar, rüzgâra kapılmış, zamanda savrulmakta. Avatar, rekordan rekora koşmakta… Kampanyası, marka değeri, oyuncakları, boyutları, tekniği, oyuncuları vs vs.
Akira Kurosawa’nın “Ağustos’ta Rapsodi” isimli şaheserini seyrin arefesinde, karma karışık, bol limonlu, meyhane çorbası kıvamında, kekiği az yanmış bir film var sırada:
Avatar..
En baştan başlamalı rüyaya… Garb medeniyetinin ontolojik anlam arayışından… Ama film henüz bitti ve en başta rüya görmeden yazmalıyım kalbimdeki Avatar’ı.
Makam, para, güç, madde, teknoloji, sanat... Film daha vizyona girmeden yapılan dünya kadar yorum fuaye alanını doldurmakta. Fiskos bulutu kocaman bir “AVATAR” a dönüşüyor. Yanık popcorn kokusu, sinema büfesinin önünde uzadıkça uzuyor…
Bu sefer film heybetli gökdelenlerle, süslü şehirlerin kuşbakışı görüntüleriyle başlamıyor. Bu kez hikâye farklı gibi. Mekikler, uzay gemileri, ruhsuz makineler, kontrolsüz güç argümanları… Neler neler. Sinema tekniği farklı; ama söylenmek istenen kısır bir döngüde kalmış görünüyor. Tabii bu, nerede durup, nereye ve hangi kayanın üzerinden baktığınızla alakalı biraz…
Avatar’ın kahramanları daha ilk sahnelerden itibaren keşfettikleri yeni gezegenin acemiliğini üzerinden atamamış görünüyor. Vahşi, ilkel ve el değmemiş bir gezegeni keşfeden dünyanın askerleri (!), elbette ki kendilerini yabancı hissedeceklerdi. Öyle ya ne de olsa onlar, modern dünyanın, çağdaş efendileriydi. Ve Avatar da, kendi dünyaları gibi çağdaş(!) olmayı hak ediyordu. Durum böyle olunca, şiddet kaçınılmaz olacaktı.
Tamam, zaten bunların hepsi konuşulan fiskos bulutunda var. Film az önce bitti. Düşünüyorum… Lakin Avatar, hiç de söylenenler gibi, bir boyut taşımıyor sanki… Başlık başlık Avatar hakkında söylenenler geçiyor gözümün önünden:
“-Avatar, solcu bir film… Senaryosu oldukça militanist.”
“-Avatar, Kızılderililere yapılanların ciddi bir eleştirisidir.”
“-Avatar, doğayı katleden insanın bir özeleştirisidir.”
“-Avatar’ı yapanlar, daha yaşanası bir dünya için olanca parayı sarf etmekten geri durmamıştır.”
“-Avatar, dünya sinema tarihinde bir milattır.”
Ve çok geçmeden bir başlık da ben atmalıyım diyorum:
“-Avatar, Batı’nın, Doğu Medeniyetini keşfettiğinin(?) apaçık delilidir.”
Bu film başından sonuna kadar, doğunun sıklıkla kullandığı sembollerle dolu. Dünyaya uzaydan bakışlarla başlayan Avatar, işlediği sembollerin maverasında bir şeyler saklamış sanki. Ama bu semboller arasında biri var ki, filmin nirengi noktasını oluşturmakta…
Avatar’ın sırlı ağacı…
Avatar’ın, ulaşılmaya çalışılan, anlamlandırılmak istenilen ve bunun için casuslar gönderilen bir dünyası var. Casusların işi zor, zira karşı taraftakiler insan; ama dünyalılara pek de benzememekte… Bu garip insanların kendi içlerinde kurguladıkları hiyerarşik bir düzen var. İçeri girmek zor, içerde yükselmek daha zor…
Aklıma şark medeniyetinin esrarlı ağacı olan “İrfan Ağacı” geliyor. Avatar da özellikle sorgulanan sırlı ağacın özünün ise, Kuran ruhundan başka bir şey olmadığı kanısındayım. Avatar’ın tekerlekli sandalyeye mahkûm kahramanının çıktığı zorlu avcılık kursu da, bizim “nefis terbiyesi” diye nitelendirdiğimiz “seyir” olsa gerek…
Ve dünyalılar sırlı ağacı bombalamaya başlıyor. Asırlardır her yönden bombardımana tabi tutulan irfanî dünyamız canlanıyor gözlerimde.
Sembollere aşina olamayan batının, bu kadîm sembolleri, yıllardır üzerinde çalıştığı ve çuvallarca para harcadığı bir filmde böylesine giriftçe işlemeye çalışmasına şaşırıyorum doğrusu.
Garbın, şark karşısındaki anlam başarısızlığı, bu film ile son bulmasa da, bu filmin özellikle batı için bir milad olacağı kesin gibi görünmekte. Batı dünyası asırlarca, ilkel ve barbar olarak tanımladığı doğu insanıyla, inançlarına hurafe, kitabına uydurma, mucizesine yanılsama dediği değerler manzumesi karşısında, Avatarla beraber şimdi ciddi bir eşikte duruyor.
“İnşallah sadece eşikte durmaz” diye mırıldanıyorum. Çünkü filmde o efsunlu dünyaya casusluk amacıyla gönderilenlerle, gönderenler çatışma yaşıyor.
Doğu medeniyeti, yeni baştan bir şeyler ortaya koyabilmek adına bir kurtuluştur. Bu kurtuluş oldukça geniş alamda düşünülmelidir. Zira garbın, şark medeniyetini anlamlandırabildiği gün, güneşin zahiren de bâtînen de batıdan doğacağı gündür…
Filmi düşünüyorum. Aslında doğunun bir evladı olarak düşlüyorum desem daha doğru olur. Evet, filmi düşlemeye devam ediyorum…
Avatar, bir savaş filmi değil. Batı ile doğunun çatışması hiç değil. Avatar, doğunun mânâ krallığının kendini muhafaza etme çabasından başka bir şey değil.
Filmde efsunlu ağaç etrafında şekillenen insanların ağ olması, kutsal addettikleri ağaca kendilerince bağlı olması ve ağaç karşısında çeşitli ritüeller sergilemeleri de İslam Dini’nin vazgeçilmez merkezi Kabe’yi ciddi anlamda çağrıştırmakta.
Kabe etrafında yapılan tavaf, tutulan saf, oluşan atmosfer ve enerji… Ve bütün bunların kalp ve ruh dünyasında etkin kıldığı tarifsiz huzur, yapımcıyı oldukça etkilemiş sanki…
Avatar’ın halkı da kalbî hayata ve semazenler gibi dönen perilere inanan bir halk. Yine başka bir sembol kırmızı dev kuş ise filmin olmazsa olmaz inancı… Mesih misali bekleniyor film boyunca.
Filmde, Avatar halkının sırlı anlam bilgisine kavuşan dünyalılar, sonuçta yine savaşmayı tercih ederek, anlamın sadece bilgi olduğu gerçeğini vurgulamakta. Oysaki garb medeniyetinin sembolleri yaşanası sembollerdir. Bilmek ayrı, yaşamak ayrıdır… Bilgin ile bilge, doğu masallarında bu nedenle hep vurgulanagelmiştir.
Bu örnekleri çeşitlendirmek ve bu filmden tezler oluşturmak mümkün. Nihayette Avatar, garbın, şark medeniyetini keşfini ilandan başka bir şey değildir. Garb için bu keşfin sonu, her şeyin başı olmaya aday bir durumdur. Bu keşif esnasında, batının yine kendiyle savaşan insanlarının (müsteşriklerin…) vicdanlarını da tebrik etmek gerek tabii… Yolun açık olsun Ey Garb Medeniyeti!
Vesselam