Menu
MUSA'NIN ASASI
Öykü • MUSA'NIN ASASI

MUSA'NIN ASASI

Mana damlayan parmaklarıyla, şıkır şıkır ses çıkaran poşetten bir tutam kuru gül yaprağı alarak, geniş salonun tam ortasında, buram buram tütmekte olan buhurdanlığa koydu. Gevrek gül yaprakları, issiz yanan köz parçalarıyla hemdem olunca mekanı gülizara çevirmişti. Buhurdanlığın hemen yanında, şemsin veziri kamer gibi güldanlık durmaktaydı.

Biri gülden yaprak alırken, diğeri gülden esans almaktaydı. Mekan ve mekanı dolduranlar ise, güle yürek koymaktaydı.

“Gülden terazi yaparlar
Gül ile gülü tartarlar
Gül alırlar gül satarlar
Çarşı pazarı güldür gül.”

Dokuzyüzdoksandokuzluk tespih sayısız sema etmiş, doksandokuz isim hanendenin kalbinde, sazendenin de dilinde yerine yer katmıştı. Genişleyen gök, sallanan yer gibi isimler de ruhlara ferahlık vermiş ve bedenleri kendine getirmişti.

Kapalı olan gözlerin açık iken yürekleri, yavaşça güldanlığı kavrayarak, el yordamıyla kapıya yöneldi. Son tebrik başlamadan kapı eşiğinde yerini almalıydı... Kendine uzanan elleri önce zarifçe kavrıyor, sonrasında tebessüm eşliğinde, latif sesiyle teşekkür ediyordu. Vedalaştığı dervişler o kadar memnun kalıyordu ki; sanki elindeki güldanlıkla, ellere değil de, yüreklere peygamber ocağından bir iki damla kevser serpiyordu.

Dergaha sürekli gelenler tanırdı Musa’yı. “Hafız Musa” derlerdi. Doğuştan gözleri fani aleme kapalı olan Musa, buna rağmen hafızlığını dinleyerek tamamlamış ve kısa bir zamanda davudi sesiyle, kulakların vazgeçilmezi olmuştu.

Musa ayağı ile gelenlerden değil, çağrılanlardandı. Katılanlardan değil, katanlardandı.

Esma zikrinde kendinden geçerken, yerden yükselen bedeninin hikayesi, kulaktan kulağa dolaşırdı. Şeyh efendi sohbetlerinde sıklıkla; “Hz Musa (as)’a Allah’ın hitabı karşısında, Musa (as)’ın Rabb’ini vücudundaki bütün hücreleriyle hissettiğini” anlatırdı. Hafız Musa ise başını önüne eğer, insanların teveccühlerini hisseder ve nazar-ı alileri göremese de utanırdı.

Musa’nın dergahta sıklıkla helallik dilediği kişiler vardı. Bunlar dergah sofralarını kuranlardı. Musa bu kişilere bir başka tebessüm eder ve bu kişilerce ara sıra da olsa rica edilen kaside isteklerini asla geri çevirmezdi. Kendince kıymet bilirdi.

Bilirdi mutfakta olanları. Bilirdi dergah yemeğini hazırlamanın da ayrı bir edep gerektirdiğini. Bilirdi daha erzakları satın alırken bile bambaşka bir adaba riayet edilmesi gerektiğini.

Hafız yıllar boyu edep timsali insanlarla birlikte yaşamış ve aynı zamanda da beyninde taşıdığı Kelam-ı Kutsi ile hemhal olmuştu. Demir tavındaydı yani..

***

Zaman zaman Musa kendi ile sohbet eden dervişlere bazı konulardan bahsederdi. Zira birtakım meseleler vardı ki oldukça mühimdi. Dergah bir barınma yeri olduğu kadar aslında amacı farklıydı. Dergah bir ulaşma menziliydi. Menzildi, çünkü insan evvela bir durmalı ve kendi ruhunu seyretmeliydi aynada. Sonrasında yansımanın batınındaki zahire ermeli ve öyle devam etmeliydi yoluna.

Bahçeye ilk gelenler alışamazdı toprağa, suya. Belki ilk mevsim dikeni çok olurdu çiçeğinden. Amma bazı güller de vardı ki; tek bedende beş farklı renkten çiçek açardı. Hem de yediverenler gibi bütün bir yıl...

Kimisi zaman derdi, kimisi an.
Kimisi zamandaki anı yaşardı,
Kimisi andaki zamanda kaybolurdu.

Dervişler doyurulmuş, sofralar kaldırılmıştı. Yatsı ezanı yaklaşmakta, hazırlıklar sürmekteydi. Namazdan sonra cemaat dağılmayacak, herkes zikre katılacaktı. Buhurdanlıktan gül tütecek, güldanlık gülden damlatacaktı.
Vitirden hemen sonra hanendeler hep bir ağızdan, mahruki bir eda ile şakımaya başladı:

“Ne zaman anarsam seni
Kararım kalmaz Allah’ım
Senden gayrı gözüm yaşın
Kimseler silmez Allah’ım


Sensin ismi Baki olan
Sensin dillerde okunan
Senin aşkına dokunan
Kendini bilmez Allah’ım”

İlahi bitince gönüller Hafız’a çevrilmişti. Musa elini kulağına götürünce, Kelam-ı Cemal kubbede yükselmeye başlamıştı. Musa öyle içten okuyordu ki, sanki sesi kubbeyi aşıyordu. Sanki yedi katlı arştan sağanak sağanak rahmet yağmaktaydı.

Hafız okuduğu ayetleri doğru olduklarını tasdik ederek bitirdi. Ve hemen bir avuç kuru gül yaprağını, tütmesi için bakır cezveye bıraktı. İşte gece başlıyordu.

***

O kubbe, minber, mihrap, duvarları süsleyen levhalar, yüreklerle birlikte inip kalkmaktaydı. Sanki Pir-i Mevlana şaha kalkmış, “Edep Ya Hu”’yu dillendiren dervişlere dua etmekteydi. Efendi hazretleri bir yandan dizine vuruyor ve zikir halkasının cuşunu kontrol etmeye çalışıyordu.

Doksan dokuz esma, dokuz yüz doksan dokuzluk tespihe sığmamıştı. Son hanelere gelindiğinde, şeyh efendi elini kalbinin üzerine koymuştu. Kur’an-ı Kerim’den sonra yapacağı duaya hazırlanıyordu. Şimdi gözler kapalı, kalpler ahenkte Hafız’ın son olarak okuyacağı Kelam-ı Ekber-i bekliyordu. Ortalık lal kesilmişti. Ama o ses gelmedi. Bu zaman dilimine, insanlarla beraber melekler de şahitti. Dergah bir ulaşma menziliydi. Hafız Musa’nın bekleme süresi ise çoktan bitmişti. O artık kavuşma faslındaydı. Son yürük semaisine eşlik eden ise, bir tutam kuru gül yaprağı olmuştu.

Şeyh efendi asasını eline aldı. Yerde vav misali yatan Musa’nın hemen yanındaki Hafız Said’in önüne koydu. Ayin-i Şerif’in son kelamı artık Hafız Said’deydi. Durma sırası ondaydı artık. Ayineye yansıyanlar, onun da durma süresini tayin edecekti.

Zira dergah bir ulaşma menziliydi.

Diğer Yazıları