Menu
andersen'in istanbul'u
Haberler • andersen'in istanbul'u

andersen'in istanbul'u


Hans Christian Andersen: Çocukluğumun eşsiz masalcısı.

Andersen 1841 yılının ilkbaharında pâyitaht İstanbul'a gelmiş. İstanbul'da ne kadar kaldığını tam çıkaramadım. "Symrna" dediği İzmir'de çok kısa kalıyor. İstanbul'a çoğu kez "Constantinopel" demeyi tercih etmiş, Kızkulesi "Leander Fener"i, Üsküdar bazan "Scutari"...

Andersen'in masallarını 1841'den yüz on yıl sonra dinledim, okudum, seyrettim. Seyrettim diyorum, "Küçük Kibritçi Kız"ın çizgi filmi gözümün önünden gitmez. Beyoğlu'ndaki Yeni Melek sineması, yılın gerçekten son günü, on altı otuz matinesinde asıl filmden önce -herhalde pembe edebiyat bir Hollywood yapımı- bu çizgi film gösteriliyor ve hayatımı karartıyor. O kadar acıklı bir masaldı ki! Hatta masal mıydı? Daha çok 'hayat'ı andırıyordu.

Sonra bir kitabım oldu: Millî Eğitim Bakan-lığı'nın "Çocuk Klasikleri Serisi"nden, Masallar, 1951 tarihli, yani benden iki yaş küçük. Nurullah Ataç, Andersen'in masallarından dokuz tanesini dilimize çevirmiş. Çok severek defalarca okuduğumu hatırlıyorum; hele "Bülbül", "Denizkızı" bende yıllarca derin etkisini korudu.

2002'de Ataç'ın çevirisi, Samih Rifat'ın güzel önsözüyle yeniden yayımlandı. Ben de yeniden okudum. Samih Rifat'a katılmamak elde değil: "Ataç'ın çevirisini okurken, sanki Masallar doğrudan Türkçe yazılmış duygusunu alıyor insan. Türkçe'de çok sayıda Andersen çevirisi var; kimileri de çok usta çevirmenlerden. Yine de Ataç'ınki bir başka koku, bir başka büyü taşıyor, sayfaları çevirdikçe siz de fark edeceksiniz."

2002'de yarım yüzyılı geçkin, nasır tutmuş bir yaşamadan sonra, "Denizkızı" için hıçkıra hıçkıra ağladım. Bu durumuma güldüm.

Hans Christian Andersen yoksul bir aileden geliyor. Çocukken kuklalar yapıp oynatırmış. Sahne sanatkârı olmak istemiş, fakat başaramamış. Öyküler, şiirler, galiba roman, opera librettoları, halkın ilgisini çekmiş oyunlar yazmış. Ne var ki, gelecek zamana masallarıyla kalmış.

Yirmilerimdeydim, Ayhan Bozfırat bu masalların duyarlık, bilgelik yazıları olduğunu söylemişti. Andersen'e hayrandı. Çocuklara okutulmasını handiyse anlamsız buluyor, asıl şimdi okumalısın diyordu bana. Selâhattin Batu'nun çevirisi, iki ciltlik Seçme Masallar'ı hediye etmişti.

Andersen'in geziler, yolculuklar tutkunu olduğunu epey sonra öğrendim. Bir Şairin Çarşısı onun gezi kitaplarından. İstanbul orada. Banu Gürsaler Syversen dilimize çevirmiş, 1993'te Yapı Kredi Yayınları okurlara sunmuş. Andersen'in İstanbul'unu yıllardır yazmak isterim.

Meselâ "Homer'in Mezarından Bir Gül" masal tadındadır. (Zaten Batu bu parçayı Seçme Masallar'a almış.) Derken İstanbul, büyük masalcının gözünde âdeta iki ayrı İstanbul olup çıkacaktır; birinde yine masal ve şiir var, ama ikincisi, Doğu'yu pek duyamamış Kuzeyli'nin abartık hayreti sayılabilir.

Buharlı gemide küçük bir kız çocuğuyla dostluk kuran Andersen ona masallar anlatır. "Genç bir Türk'e" meyve ikram eder. Küçük kız oyuncağını gösterir: "Her iki kulağının arkasında minicik birer kuş bulunan at biçiminde bir su testisiydi bu." Andersen Türkçe bilmediğine üzülür, çünkü testinin masalını Türkçe anlatmak ister bu kez, küçük kıza.

Gemi yolculuğunun son gecesi fırtınalı geçmiştir. Sabah bulutlu, sisli. Derken "Marmara Denizi koyu yeşil dalgalarla köpürüp coşarken karşımıza tıpkı Venedik gibi, bir hayal kenti, dev Contantinopel, yani Türklerin Stambul'u çıktı." (Venedik, limana yaklaşıldıkça Napoli'yle yer değiştirecektir. Anılarda Napoli benzeyişi sıkça tekrarlanmış. İstanbul, gürültüsü patırtısı, sokak sesleriyle Napoli'den bile uğultuludur...)

Birçok yabancı seyyah gibi, Andersen de, İstanbul'u önce "kubbeleri altın alemli camileri", servileri, çınarları, Üsküdar'daki uçsuz bucaksız mezarlığıyla görür. Saray, surlar üzerinde evler, bahçeler, "bir rüya diyarı"!..

Hôtel de la France'a gelirken gördüğü Pera, Galata artık "kargaşa" ortamı olup çıkar. "Pera'daki kulenin (Galata Kulesi) dibinde yüzülmüş kanlı at leşleri gördük; salonlarında fıskiyeli havuzlar bulunan Türk kahvehanelerinin yanından geçtik, anayol boyunca ilerlerken, önümüze, kapısının üst kısmında altın yaldızla Kur'an'dan ayetler yazılmış bir levha bulunan, dönen Dervişler tekkesi (Galata Mevlevihanesi) çıktı." Yolların daracıklığına şaşakalır seyyah. "Ne kalabalık! Ne hengâme!"

Dönen Dervişler'de "bir çeşit bale izlenimi" yakalasa bile Üsküdar'da -yanlışlıkla "Ruhanî" dediği- Rufaîler tekkesinde büsbütün irkilir. Dahası, gerçekliği tartışılabilecek birtakım sahneler anlatır. Şimdi bir kâbusun masalını söylemekte; "Ruhanî"lerin "dans"ı belleğinde "bir tımarhane tablosu" olup çıkmakta.

On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısındaki İstanbul, Andersen için, çoğu kez, sokakta kavgaya tutuşmuş köpek sürüleri, hayvan leşleri, leşlerle oynayan yarı çıplak küçük çocuklar, hep karanlık, ürkünç görünümler. Oryantalistlerde çok sık rastlanan 'harem' fantezileri, garip ama, onu da meşgul etmiş. Bir düzine hanımıyla yaşadığını düşlediği, var saydığı genç adamın gecesini, eski, kötü tarihî romanlarımızdaki raks sahneleriyle benzeş anlatıyor. Kendi kötü kurgusuna kendi de pek inanmamış olmalı ki; bir peyzajda yeniden şiirli İstanbul'u yakalıyor:

"... aklıma kalın gövdesi ile evlerin ahşap duvarlarına sarılan, oradan da yolun üstünü yapraktan bir çatıyla örterek komşu eve uzanan, etrafı yeşilliğiyle süsleyen asmalar geliyor!"

"Scutari Kabristanı"nı ziyarette "Prens Adaları"nın tasviri de yıllar önceki okuyuşumda ilgimi çekmiş; satırların altını çizmişim, alıntılıyorum:

"Karşımızda Marmara Denizi servilerin altında yatan kabirler gibi sessiz uzanmış, olağanüstü güzel renklerdeki adalarını bize gösteriyor; adalardan en büyük olanı tepeleri, bağları, servi, çınar ve çam ormanlarıyla küçük bir cenneti andırıyor! Ölüler bahçesinin tam karşısında ne muhteşem bir güzellik bu!"

Masalcı sonra Bizans'a geçiyor, sürgüne gidenlere ve adalar sürgün adaları olup çıkıyor.

İlgimi çeken, on dokuzuncu yüzyılda Adalar'ın Bizans'takine çok yakın bir görünüm sunması...

Andersen'in İstanbul dikkatleri arasında 'çeşme'nin ayrı yeri var. Ayasofya'yı arkasına aldıktan sonra, "İstanbul'un en büyük ve en güzel çeşmesi" diyor, III. Ahmed sebili ve çeşmesi için. "Çeşme denildiğinde genellikle aklımıza ortasından sular fışkıran bir havuz gelir; oysa Türkiye'de böyle değil; insanın gözünün önüne dış duvarları bir hayli süslenmiş kare bir bina gelmesi gerekiyor, duvarlar beyaz zemin üzerine kırmızı, mavi ve altın yaldızla Kur'an'dan alınmış ayetlerle boyanmış, pirinç tasların zincirle bağlanmış olduğu küçük nişlerden sular akıyor, müslümanlar günün belirli saatlerinde bu sularla ellerini ve yüzlerini yıkıyorlar."

Birer yapıya benzettiği çeşmelerin rengârenk boyalı, altın yaldızlı çatıları, Çin evlerini andırıyormuş. Sonra pâyitaht İstanbul'un güvercinleri: Çeşmeyle Ayasofya arasında uçup duruyorlarmış.

Tuhaf ama, Doğu'yla Batı arasında, yeryüzünde özdeşine pek rastlanılamayacak uyum Andersen'in gözünden kaçmış. Oysa o gün meydanda geçit töreni: Müzik takımları "Rossini'nin Vilhelm Tell'ini çalıyorlar." Genç Sultan'ın (Abdülmecid) en sevdiği marş, "Mızıka-i Hümayûn'un şefi Donizetti" tarafından bestelenmiş. Genç Sultan Abdülmecid, "yeşil renkte, önden düğmeli, çok sade bir redingot giymiş, kırmızı fesine bir tavus tüyü ile irice bir broş" iliştirmiş...

Maddî imkansızlık sebebiyle İstanbul'da fazla kalamayan Andersen, ayrılışta, sisler içindeki Boğaziçi'ne neyse ki vurulup kalıyor.

(ZAMAN, 26 EYLÜL 2009