1970’lerden sonra gittikçe daha da paraya endeksli hale gelen dünyada tek çıkar yolun zengin olmak olduğunu yüksek sesle haykıran büyüklerimizi duyduk. Evet, evlerimizde oturmamalıydık, çalışmalı zengin olmalıydık. Sonuçta din de çalışmayı emretmişti. “Herkese çalıştığının karşılığı var” demişti. Zengin olmalı, Müslümanlara iş imkânı sağlamalıydık, zekât müessesesi ancak bu şekilde işlerlik kazanırdı. Yoksa Kur’ân’da defalarca “namaz kılın” emrinin ardından “zekât verin” emrinin gelmesinin bir anlamı olamazdı. Çıkar yol zenginleşmekti. Dünyadaki bütün Müslüman kardeşlerimizin dertlerine de biz derman olacaktık. Zaten din, her şubesiyle bu dünyayı inşa etmek için, sıradan şehirleri Medine yapmak için gelmişti. Ağır sanayi hamleleri yapmalı, sanayi toplumuna dönüşmeliydik. Şirketler kurmalı, insanımıza ekmek vermeliydik. Sonra halelenerek tüm dünyayı bir yeryüzü cenneti haline sokmalıydık. Okuması zor bir cümle … kelimeleri değiştirebilrisin belki..
Bu arada başlangıç itibariyle bize küçük gelen, ancak sonuçları itibariyle oldukça vahim sonuçlar doğuran bir şeyi unuttuk: İslam düşüncesinin nasıl inşa edildiğini. Sahi, İslam düşüncesi nasıl inşa edilmişti?
Bilindiği gibi Kur’ân’da Mekkî ve Medenî sureler bulunmaktadır. Bu sureler karakteristikleri, kullandıkları üslup, içerdikleri hükümler vb. açısından farklılık arz etmektedir. Ancak yüzeysel bir bakış dahi bazı şeyleri görmeye imkân verecektir. Genel olarak Mekkî sûreler, itikâdi meseleleri ve insanın hem iç hem de dış dünyasını gözlemesini talep eden çağrıları konu edinmektedir. Bir olan Allah’a kulluktan, putların fayda vermeyeceğinden, önceki kavimlerin durumlarından, cennet ve cehennemden, yetim hakkını yemekten, adaletten sapmaktan vs. bahsetmektedir. Bu süreç yaklaşık olarak 13 yıl sürmüştür. Yani vahiy ilk muhataplarını kendi yoluna davet ederken, öncelikle bu şekilde bir üslup kullanmıştır. İlk Müslümanlar türlü zorluklara maruz kalmış, maddi ve manevi tahayyül edilmesi zor eziyetleri sırtlamışlardı. Bir tek örnek olarak boykot hadisesi hatırlansa yeterli olacaktır. Sevgili peygamberimiz ve yanındaki bir grup mümin, şehirden dışlanmış, tam 2 sene kendileriyle hiçbir şekilde ticari ve insani ilişki kurulmamıştır. Açlıktan emzikli çocuklar hayata gözlerini yummuş, insanlar ağaç kabukları bulunca sevinçten çıldıracak hale gelmişlerdi. Ancak bütün bunlara rağmen, inançlarından hiçbir taviz vermemişlerdi. Çünkü boykota kadar ki 7-8 yıl oldukça yoğun bir “sabiteler inşası” şeklinde geçmişti. İnsanlar sabretmeyi, mal-mülkün gerçek sahibini, ebedi bir hayat şuurunu gayet iyi öğrenmişlerdi. Yani özetle vahiy itikâdi inşa ile başlamıştı.
Vahiy yoluna devam ederken, bir yandan da ahlâki eğitimini sürdürmüştü. Çünkü İslam düşüncesinde itikâd ile ahlâk birbirinden ayrı düşünülemezdi. Allah’a kulluğa çağıran vahiy, bir yandan da erdemli insan olmanın yollarını gösteriyordu. Yetimlere haklarını vermeyi, yalan söylememeyi, namusu korumayı, tevazu sahibi olmayı yani her haliyle düzgün bir karakter olmayı teşvik ediyordu. İtikâdi donanımını alan müminler, ahlâki anlamda daha iyi bir hale gelmek için çabalıyorlardı. Sonuç itibariyle kendi aleyhlerine olsa dahi haktan yana olmayı yüreğine sindiren karakterler ortaya çıkabilmişti. Müşriklere karşı dahi olsa emanetlerini zayi etmiyorlar, ticari işlerinden doğruluktan sapmıyorlardı. Yani vahiy itikâdi inşadan sonra, ahlâki anlamda olgun bir bireyi ortaya çıkarmayı hedeflemişti.
Medine’ye gelindiği zaman, biraz daha sistemli bir İslam’dan bahsetme imkânına sahibiz. Artık din, şehrin ortasındadır ve bir toplumda ne kadar sorun varsa hepsinin muhatabıdır. Yavaş yavaş ibadetler daha düzenli hale gelmeye başlamıştır. Mekke’de ancak 2 vakit eda edilebilen namazlar, 5 vakit ve cemaatle kılınmaya başlanmış, yine Mekke’de nadiren tutulan oruç, ramazan ayı ile sabitlenmiştir. Miras hukuku çizilmeye başlanmış, toplum hayatının gereklerine cevaplar verilmiştir. Tesettür emrini içeren ayetler 17-18. yıllarda gelmişti. İçkinin yasaklanış, uzun bir psikolojik hazırlığın ardından 18. yılda olmuştu. Faizin haram kılınışı 22. yıla kadar sarkmıştı. Hayatı sarması hedeflenen İslam dokusunun, her bir toplumsal alanda yerleşmesi oldukça hatırı sayılır bir zaman almıştı. Ama bu eylemlerin tamamı, mutlak çizgilerle ayrılamasa da, iman ile başlamış, ahlâk ile devam etmiş, son olarak ibadet ve muamelat ile taçlanmıştı. Yani yola çıkarken biz de, bu sırayı takip etmeliydik. Çünkü bu, denenmiş ve başarıya ulaşmış ilahi bir plandı.
Aslında büyüklerimiz de farklı düşünmüyorlardı. Öyle ya, başlangıçta hepsinin bir tarikat veya cemaatle bağlantısı vardır. Onlar gönüllerini inşa ettikten sonra yeryüzünü imar etmeye yönelmiş önderlerdi. Siyasete adım atarken, ticari atılımlara kucak açarken manevi büyüklerine danışmışlardı. Yani doğru bir seyir izlemişlerdi. Ya da biz öyle sanıyorduk. Yıllar geçti, hem de büyük bir telaş, koşturma, eylem, duvar yazıları, konferanslar, ev gezmeleri, siyasi partilerle. Ancak her geçen yıl, manevi dünyamızdan tavizler vererek, maddi dünyamızı inşa etmeye daha bir yoğunlaştık. Artık düşünce şuraya kadar varmıştı: Önce güç ve kuvveti ele geçirelim, ondan sonra insanlara rahat bir şekilde dinlerini yaşama imkânı sağlarız. Evet, idealler ters-yüz olmuştu. Zengindik ama değerlerimizi fakirleştirerek ceplerimizi doldurmuştuk. İşte buraya kadar, tam da içinde yaşadığımız bir problemin temellerine dikkat çekmiş olduk.
Müslüman şirketler. Burada sermayenin renginin olup olmadığı tartışmalarına girmeye niyetimiz yok. Sadece ahlâki bir zaaf örneği olarak bir şekilde şahit olduğumuz bazı hadiselere kısaca değinmeye çalışacağız.
Hanım kızlarımızı okutmuştuk. Türlü türlü cefalarla, uzun soluklu mücadelelerle, hukuki adımlarla ve belki de en önemlisi bırakılmaması gereken bazı değerlerimizden tavizlerle. Ama başarmıştık. Artık pek çok sahada, ihtiyaç duyulduğu zaman, diploması ve birikimiyle iş görebilecek yetişmiş bayanlarımız vardı. Ancak bu sefer de şöyle bir sorunla karşılaştık: Başörtüleriyle bir şekilde okullarını bitiren bayanlar, aynı başörtüleriyle sosyal hayatın göbeğindeydiler. Ve “biz”e ait olmayan kurumlarda iş bulamıyorlardı. İşte şimdi, ümmetin fedakâr karakterleri, 70’lerle başlayan zenginleşmenin özneleri, koca koca iş yerlerini bu hanımlara açmaya, onlara ekmek vermeye başladılar. Ancak eğitimli bayanlarımız daha başlangıçta kocaman bir ahlâki zaafla karşılaştılar. Kendileri gibi olmayan, hayat tarzları ve değerleriyle kendilerinin yanında esâmisi dahi okunmayacak bayanlar kendilerinin çok üzerinde maaş alıyorlar, saygı görüyorlardı. Hâlbuki onlar da, kendileriyle aynı diplomaya sahiptiler. Ancak bizim, zengin işverenlerimiz böyle takdir buyurmuşlardı. Tamamen aşağılık komplekslerini açığa vurmuşlardı. Yıllarca bin bir zorlukla yetiştirdiğimiz bayanlar üvey evlat muamelesi görüyorlardı, onlara sadece vasıfsız bir işçi gibi muamele yapılıyordu. Ne iş verilse yapmalı, ne denilirse denilsin susmalıydılar. Hatta bu işverenler şunu gizli veya açık söylemekten de kaçınmıyorlardı: Biz onlara iş vermezsek aç kalırlar, bu halleriyle (buradaki hal Allah’ın emri tesettür manasında) hiçbir yerde iş bulamazlar. Yani şu diyorlardı: Nasıl istersek öyle davranırız. Bize mahkûmlar. Özetle Allahın ahlakıyla ahlaklanma erdemini gösteremedikleri için ticaret ahlakını da gözden kaçırmışlardı…
Bir diğer hadiseye de temas ederek konuyu toparlayalım. Bizim bazı zengin işverenlerimiz, zenginleştiler ancak ahlaki bağlarından çok şeyi sırtlarından atarak. Yani kendilerince, bir gemi batma tehlikesi geçirdiği zaman, ilk atılacak şeylerin ne olduğunu gösterdiler. Servet ile değeri çok fena şeklinde karıştırdılar. Zenginleştikçe değer kazanıyoruz zannettiler. Bunun böyle olmadığı ise, paranın ve kadının ciddi bir şekilde karşılarına çıkmasıyla anlaşıldı. Evlerinde, bir ömür onların yanında olan evlatlarının anaları vardı. Ama onlar artık demode olmuştu. Ve kendilerine yakışmıyorlar, çağa uymuyorlardı. Hiçbir şekilde utanmadan sıkılmadan imam nikâhlı ikinci eşlerine yani kendilerine layık olduğunu düşündükleri ikinci hanımlarına, yeni evler döşediler. İşin ilginç yanı ise, bu bayanlar kendi eşlerinin ayak tırnağı olamazlardı. Çünkü değerden yoksunlardı. Fedakârlığı bilmez, cefaya gelemezlerdi, sadece sefaya taliptiler. Akıllarınca şeriatın kendilerine verdiği hakkı kullanmıştı bazı büyüklerimiz. Ama sadece kendi para eksenli cihatları için mücâhideleri harcadılar. Sonuç ise, yıpranan ve dağılan aileler, büyük umutlarla ülkenin geleceğinin emanet edileceği düşünülen gençliğin dramı oldu.
Şimdi bu iki olgunun ardından başlıktaki soruyu tekrarlıyoruz: Ahlâkın neresindeyiz? Ya da bu tavırlar ahlâkın neresinde yer alır?
Geriye ne kaldı bu ahlak zaaflarından? Öncelikle şunu gördük: Dünya kimseye yar olmuyormuş. Bu ahlaki zaafları sergileyenler eriyip gittiler. Şu an erimedilerse de, yakında tarih sahnesinden silinecekleri aşikâr. Çünkü ataların dediği gibi “zulm ile âbâd olanın âhiri berbâd olur.” Bazıları çok fazla “âh” aldılar. O “âh”lar yakalarına yapıştı. Yapılan hatayı daha başta söylemiştik. Bir bireyin ve toplumunun inşasının başladığı yer öncelikle gönüldür. İtikâdi inşa olmadan, ahlâka adımlanmaz. İtikâdi ve ahlâki inşa olmadan ne ibadet ne de muamelat iş görmez. Bazıları, zenginliğinin altını itikâdi ve ahlâki anlamda dolduramadı. İşin garip tarafı, ahlaki zaaflarını örnek verdiğimiz bu tipler ibadetlerine devam eden, günlük yaşantısında çeşitli suretlerde İslami hassasiyet taşıyan insanlardı. Ancak ne namazları/ ibadetleri onları ahlak dışı olanı yapmaktan alıkoymuş ne de herhangi bir şekilde yanlış yaptıkları düşünebilmişlerdi. Sanki laik/kategorili zihinler olarak İslam’dan imanı, imandan ahlakı, ahlaktan ticareti ayrı tutmuşlardı, yani sabitelerini yitirmişlerdi.
Ne diyelim, bir yerden toparlanmaya başlayacak her şey, ama nereden?