Gök sofrasından uzanmış bir el oruç. Heybetli ve müşfik. Kendisine açılanlara açılan, kendisinden kaçanlara merhametle bakan. İşte Ramazan bitiyor yine. Yine bitiyor on üçüncü ayımız, oruç ayı. Önceleri yadırganan, üç-beş gün sonra alışılan, yarıdan sonrası mahza manevî bir zevk olan, fizikî olarak zayıflamakla kalbî olarak kuvvetlenmenin ilgisini gören gözlere gösteren gönül gözümüz gidiyor. Evet, on üçüncü bir ay sanki Ramazan. Sanki sürekli deveran eden zamanla ilgisi hiçbir yok, sanki zamandan bağımsız. Hangi mevsimde gelirse gelsin, kendisi olarak gelen, kendisi gibi davranan bir ay Ramazan ayı. Aynı tutarlılığı sergileyen, aynı ameliyeyi her dair gösteren bir zaman dilimi. Kışın daha müşfik, yazın biraz daha çatık kaşlı. Ama her hâlükarda yapıcı, onarıcı, arındırıcı.
Kimileri oruca elini uzattı bir ay boyunca, o da kendisine uzatılan elleri tuttu. Kendisine daha sıkı sarılanları daha sıkı tuttu, kendisine uzaktan bakanlara, o da uzaktan baktı. Açmadı rahmet kapılarını onlara. Çeşitli mazeretlerle kendisinden korkanları o da iyice korkuttu. Hasta olmadığı halde “hastayım” diyenlere gerçekten hastaymış gibi davrandı ve manevî lezzetinden hiçbir şey vermedi onlara. İşi çok olmadığı halde “işim çok” diyenlere gerçekten işleri varmış gibi davrandı ve onları ne sahuruna, ne iftarına, ne de gece ibadetine davet etti. “Gücüm yok” diyenlere güçleri gerçekten yokmuş gibi davrandı ve onlara güç göründü. Kendisini tutanların/kendisine tutulanların sırtından aldığı yükü sanki onların sırtına yükledi. Kendisini tutanlara zor gelmezken, kendisini tutmayanlara zor göründü.
Oruç çok şeyi değiştirdi farkına varalım veya varmayalım. İnsanın temizlenebileceği inancı bir kez daha pekişti. Kâinat daha net bir hâl aldı. Renkler sanki yıllardan aradıkları ahengi buldu. Sezai Karakoç’un ifadesiyle, oruç ayında gündüz daha gündüz, gece daha gece oldu. Ramazanda güneş daha güneş, su daha su, toprak daha toprak, ay daha ay, yıldız daha yıldız, zaman daha zaman, mekân daha mekân, vücut daha vücut. Ve nihayet ruh daha ruh (Sezai Karakoç, Samanyolunda Ziyafet, İstanbul 2012, s. 86).
Nefsin isteklerinin arzu edildiği zaman görmezden gelinebileceğini, takvâya ilk adımın buradan başladığını gösterdi oruç bize. Pek çok şeyden bir tek şey için, Rabbin sevgisini kazanmak için ferâgat edilebileceğini gösterdi. Önemli gördüğümüz pek çok şeyin aslında o kadar da önemli olmadığını, satırdan okumakla sadırdan okumanın farkını gösterdi. Oruçla Kur’ân, dilden kulaktan geçti, gönle ve akla vardı. Oruçla mümin, imân ettiğini bildi. Şahsî bir tecrübe olarak yaşadığı oruçla mümin, cennetin kapısına varılabileceğini gördü. Bir ay boyunca her gün iftara erişebildiği ve onun mutluluğunu hissettiği gibi, cennete de ulaşabileceğini anladı bu tecrübeyle. Gün be gün cennete koşmanın yolunu buldu kendi içinde.
Oruç iklimi değiştirdi tam bir aydır. Sıcakken serinleyen bir hava vermedi sadece, pörsümüşken dirilen bir gönül inşa ederek gitti. Kimilerinin hasretiyle, kimilerinin duasıyla, kimilerinin gözyaşları ile gitti “elvedâ”lar arasında. Getirdiklerini de götürdü. Ne sahur, ne iftar, ne teravih bıraktı giderken. Ellerimizi açmış beklerken gördük gelişini, mahzun olduk seyrederken gidişini. Giderken son bir iyilikte daha bulundu bize, bayram bıraktı “beni böyle de hatırlayın” der gibi. “Eğer bana tutunursanız dünyada, gerçek bayrama ulaşırsınız hem dünyada hem ahirette” der gibi gitti.
Ve gidiyor bizi mahzun bir halde bırakıp oruç. Ellerimizin arasında kayıyor sonraki seneye. Ve belki de pek çoklarımızın bir daha göremeyeceği gelecek seneye.