Menu
kırtasiyeci çocuk
Öykü • kırtasiyeci çocuk

kırtasiyeci çocuk



Onu ne zaman görsem aynı duyguya kapılıyorum. Ben yokuş iniyorum otobüse ulaşmak için belki de her gün, o yokuş çıkıyor baba yadigârı, ekmek kapısı kırtasiyeye ulaşmak için. Evet, beni kesinlikle tanıyamayacak olan, başı her daim önünde, adımları hafif ortaya doğru kıvrık, sempatik yürüyüşüyle her gün saat 7.40’da dükkânı açan, babası ölen kırtasiyeci çocuktan bahsediyorum.

Zaten neredeyse hiçbir çizgisini ayrıntısı ile hatırlamadığım ilkokul günlerine uzandığım zaman, kafamda net bir şekilde canlanan iki karakter var. Bir tanesi benim İmam-Hatip okuluna gideceğimi öğrenince, anneme “yavruma ne yaptığınızı zannediyorsunuz siz” diyen ve bu ülkede onlarca örneği bulunan öğretmenim. İkincisi ise babası ölen kırtasiyeci çocuk.

Yani herhalde iki veya üçüncü sınıfta olmamız gerekiyor. Her ilkokulun etrafında olduğu gibi, bizim şu anda halk-eğitim merkezi olan şirin okulumuzun etrafında da bir sürü kırtasiye vardı. Her birinin kapısında küçük öğrencileri cezp etmek için renkli renkli onlarca eşya; gökkuşağı renginden plastik toplar, ilginç oyuncaklar... Kapıdan girer girmez insanın yüzüne çalınan kırtas kokuları; yeni açılmış bir kalem, ilk defa sayfalarına adım atılan bir defterin yaprakları, kokulu ajandalar… Her birinin tezgâhlarında sanki her gün yenilenen rengârenk kalemler, boy boy silgiler, çizgili, kareli defterler. İşte böylesi bir kırtasiye idi, orası da. Yeni açılmıştı. Tabii ki öğrencilerin arasında hızla namı yayılıyordu: “Biliyor musun yeni kırtasiyede şu varmış, bu varmış…”, “onu nereden aldın yeni kırtasiyeden mi?”, “yeni kırtasiyeye yarın şu gelecekmiş…” Böylece geçip gidiyordu günler. Diğerleri gibi normalleşinceye kadar böylece sürdü her şey… Ama o zamana kadar yeterince gönlü kazanmayı başarmıştı yeni kırtasiye…

Dükkânda bir amca vardı, herhalde elli yaşlarında var-yok. Bir hanım teyze amcanın olmadığı zamanlarda, bir de onların çocukları. Sanırım, ortaokul talebesi olacak kadar ancak vardı çocuk. Bir kırtasiye için o günün şartlarında büyük sayılabilecek dükkânının ufak-tefek işlerine koşturuyordu. Aile olmanın ve ailece orada bulunmanın mutluluğu vardı üzerlerinde. Herhalde bir yaz veya sömestr dönemi idi. Dönüşümüzde o amcayı bulamadık. Yerinde çocuk vardı. Teyze ise yine arka planda, silik. Öğrendik ki, kırtasiyeci amca vefat etmiş, bundan sonra dükkânı o çocuk idare edecekmiş. Nasıl sarsıldığımı tarif edemem; yani ölüm denen şeyin bizim kırtasiyeci kadar bize yakın olduğunu galiba ilk defa o zaman anladım. Çocuğa karşı tarifi imkânsız bir şefkat. Benden 4-5 yaş büyük olmasına rağmen kucaklama, teselli etme, gönlünü hoş etme için ne yapabilirim cevabını arama… O, bunu nasıl atlattı bilemiyorum, ama bildiğim bir şey var ki, ondan sonra okumadı… Geçim kaygısı, ev döndürme meşgalesi çevreledi onu.

Yıllar geçti. Ben yine yokuşu iniyorum bazı sabahlar, o yine yokuşu çıkıyor bazı sabahlar… Karşılaşıyoruz… Dedim ya, beni tanıması mümkün değil, o yüzden herhangi bir şekilde göz göze gelmemiz de bir şey ifade etmiyor. Çünkü ben onların dükkânına giren onlarca çocuktan biriydim sadece; belki de uzun müddet, kendisini görünce acı çekmeyeyim diye dükkânlarına girmediğim halde. Ve belki onun gözünde, babalarının ellerinden tutup kırtasiyeye gelen ve istedikleri her şeyi alan o şımarık ve “babası olan” çocuklardan biriydim yalnızca. Belki de, nice baba-evlattan sonra ağlamıştı için için, sessizce, onu da bilemiyorum. Evet, karşılaşıyoruz, o en az on yaş ötesini yaşar bir halde ve hala çok mahzun geliyor bana, hala yıllar öncesinde içine kapanmanın verdiği o sessizlik, sanki hiçbir zaman aşılamayacak gibi duran derin bir sükût var üzerinde… Ve onu görünce hala yıllar öncesi, o tatil dönüşü, kırtasiyeci amcayı bulamayıp da o çocukla karşılaşmanın buruntusu yüreğimde… Adı ne miydi çocuğun? Dedim ya: Babası ölen kırtasiyeci çocuk işte…