Menu
İDEAL VE İDEALİN İMKANI ÜZERİNE BAZI NOTLAR
Deneme/İnceleme/Eleştiri • İDEAL VE İDEALİN İMKANI ÜZERİNE BAZI NOTLAR

İDEAL VE İDEALİN İMKANI ÜZERİNE BAZI NOTLAR

Her bir ideal, zaman ve zeminini, kendine özgü şartlarını dikkate alarak bizâtihi kendisi kurmalıdır. Zira geçmişteki idealler, geçmişin içerisinde şekillendiği şartların tam olarak bilinmesinin imkânsızlığı dolayısıyla sadece bir yere kadar tekrara ve kabullenilmeye elverişlidir. Halbuki insan, gününün ve yarının planlarını, içerisinde bulunduğu vasattan hareketle kurmaktadır ve kurmalıdır. Tabiî ki geçmişin bilgisi, salt bir bilgi olarak konumlandırılmamalı, aksine temel ilkeleri ve rol modelleri nazara alınarak mevcudun ihtiyaç duyduğu ideal ile örtüşebileceği noktalar mutlak surette idealin içerisinde ciddi bir yer elde etmelidir. Peki, mevcudun ihtiyaç duyduğu idealin geçmişten beslenen temel nitelikleri nedir ve rol modelleri kimlerdir? Ancak bu sorunun cevabından önce idealin ne olduğu veya olması gerektiği belirlenmelidir.

İnsan, yürümeli, hatta temposunu muhafaza ederek koşmalıdır. Bu sürekli hareket halinin, bizzat harekete geçirici değerlerden beslenmesi zarurîdir. Taşıma suyuyla değirmen dönmediği gibi, alıntı akıllar ve tercümelerle de fikir üretilmez, ideal oluşturulmaz. İnsanı harekete zorlayan, temelde bir isyan halidir. İsyanın neye ve niçin yapıldığı ise isyanı besleyen âmillerle yakından alakalıdır. Yani insanlığın vicdanı olmak önemlidir. İnsanlık kadar derdi olmak ve insanlığın her bir ferdinin derdini kendi derdi bilmek gerekli. O yüzden isyanın yöneldiği merci, zulmün merkezi olmalıdır. Bu zulüm ise insanın nefsinden başlayarak halka halka genişlemekte ve bir zaman sonra nefsin taleplerinin dışında bir şey kalmamaktadır. Her insan bu imtihanla karşı karşıya. Ama daha temelli olan sorun ise sistematik olarak zulmün güdücüsü olmak. Mevcudun ihtiyaç duyduğu ideal, mevcudu kavuran zulmü ortadan kaldırmayı hedeflemelidir öncelikle. Bu zulmün ilk ayağı kişinin nefsi, ikinci ayağı ise hayatın her alanına dair bir sözü olan ve sistemli bir surette çalışan fesât merkezidir. Yani ideal, bu ânı yaşanabilir bir ân olarak zapt etmek meselesidir. İdealin bu şekilde tespiti, bu dünyayı ve içinde bulunulan ânı yaşanabilir kıldığı gibi, Müslüman muhayyilesinde öte dünyanın da inşâsı anlamına gelmektedir.

“Mevcudun ihtiyaç duyduğu idealin geçmişten beslenen temel nitelikleri nedir ve rol modelleri kimlerdir?” sorusuna “hangi geçmiş?” sorusuyla mukâbele edilebilir. Dolayısıyla ilk yapılması gereken, geçmişi tespit etmektir. İnsanlığın Âdem ile başladığına inanır semâvî din mensupları. Haddizatında bunu yanlışlayacak herhangi bir nitelikli bilgi de bulunmamaktadır. Eğer böyle ise, ilk insan olarak ilk rol model de Âdem olacaktır. Onun, esmânın bilgisine erişmesi, topraktan yaratılmış olmakla birlikte meleklerin saygı secdesine mazhar olması, cennetten uzaklaştırılmayı hak eden hatası sonrasında ellerini açarak duaya durması ve kendini aczini itiraf etmesi ilgi çekici örneklerdir. Âdem’in durumundan temel bir ilke çıkarımında bulunmak gerekirse, bunun “kulun kul, yaratıcının yaratıcı olarak iki farklı ontolojik düzlemde yer aldığının insan diliyle tespiti olduğunu” söylemek yanlış olmasa gerek.

Bir diğer nokta ise Âdem’in evlâtları ve onlar üzerinden rol model arayışına dair bir tespitte bulunmaktır. Bilindiği gibi iki oğul karşı karşıya geldiği anda, mazlum olanın zâlim olana söylediği sözler tam olarak bugüne seslenmektedir: “Sen öldürmek için elini bana uzatacak olsan da, benim seni öldürmek gayesiyle elimi sana uzatmam mümkün değil!” Dolayısıyla aslolan Âdem’in oğlu Hâbil gibi olmaktır. Kâbillik ârızî ve mezmûm bir tavırdır. Buradan hareketle “zâlimlik ile mazlumluk arasında tercih yapılmak durumunda kalındığında, ikincisinin tercih edileceği” de rahatlıkla anlaşılmaktadır.

Rol model arayışlarını sürdürürken tek tek peygamberleri işaretlemek mümkün. Nitekim Nûh’un verdiği ders, -çölde gemi yapacak kadar- güven; Hûd’un verdiği ders, gerektiğinde toplumu karşısına alma; Yûsuf ve Ya‘kûb’un verdiği ders, sabır ve af; Lokmân’ın verdiği ders, bilgelik ve nasihat; İbrahim’in verdiği ders, muhabbet ve teslimiyet; Mûsâ’nın verdiği ders, dirâyet ve celâdet; İsâ’nın verdiği ders, merhamet ve müjdedir bir yere kadar. Ancak bu seçkin ve seçilen şahsiyetlerin yanı sıra bizâtihi kendi gayretleriyle ismini tarih sahnesine yazdıran insanların da iyi birer örnek teşkil edeceğini belirtmek gerek. Yeter ki, bu tespiti yaparken kullanılan bilgiler itimâda şâyân olsun. Bu bağlamda tarih boyunca mazlumluk konumunda yer alan pek çok insan, bazı nitelikleri ile örnek olarak benimsenebilirler.

Bu rol modellerin örneklikleri ve yaşadıklarından çıkarılabilecek temel ilkelerin tamamı, nefsle mücadele özelinde dikkate alınmalıdır. Çünkü bu kimselerin sahip oldukları erdemler, toplumsal düzlemde tam olarak görünürlük kazanmamıştır veya oldukça mahdut bir çerçevede kalmıştır. Bu durum, günümüzün sistemli zulmü karşısında alternatif olmak bakımından bir nakîsa teşkil etmektedir. Mezkûr rol modellerin barındırdığı genele şâmil nitelikler, yukarıda dikkat çekildiği üzere, elbette vardır ve özenle belli kayıtlar gözetilerek değerlendirilmelidirler.

Daha derli-toplu ve çıkarımlara müsâit olan yapı ise, ihyâcı hareketlerin, ideal olma bağlamında zihinlerinin ve kalplerinin merkezlerine yerleştirdikleri asr-ı saâdet örneğidir. Her hali ile inanılmaz ayrıntılarına kadar tespit edilen ve Hz. Peygamber merkezli ve eliyle inşâ edilen bu zaman dilimi, günümüz için en ciddî örnektir. İfade edildiği üzere en büyük avantajı, tarih boyunca hiçbir şahıs ve zemine nasip olmayacak bir netlikte tespit edilmiş olmasıdır. Bu veriler, İslâm ümmetine has bir sistem olan isnâd ile zapt edilmiş ve oldukça müdakkik yöntemlerle güvenilirlikleri tayin edilmiştir. Boyutları yüzler hatta binlerce cilde varan, hadis, tarih, mu‘cem, lugat, tabakât, ricâl türündeki bu eserlerden hareketle, hem o devrin sosyo-kültürel ve ekonomik yapısı rahatlıkla görülebilmekte, hem de özellikle Medîne örneğinde bir nesil ve toplumun inşâsının dinamikleri biraz tefekkürle çözümlenebilmektedir. En güzel örnek olarak sunulan Peygamber’in yatıp kalktığı yerler, savaşları ve barışları, kızdığı-sevindiği anlar, diplomatik mektupları, vâlilerine yazdığı emirler, hutbeleri, aile ilişkileri gibi hayatının tüm ayrıntıları önümüzdedir ve bu durum günümüz insanının, ihtiyaç duyduğu ideali kurarken müstağni kalamayacağı bir karakter arz etmektedir.

Peki, bu tarz bir “ideal şeması”nın hiçbir problemi yok mudur? Aslına bakılırsa asr-ı saâdetin güncellenmesi ve yenilenerek bugüne taşınması fikri bazı sıkıntıları bünyesinde barındırmaktadır. Bunların en belirgini ise, tarihin belli bir kesitinde yaşanmış ve bitmiş bir hâdisenin, aynı özellikleri taşımayan bir başka zeminde aynen uygulanabileceğinin sanılmasıdır. Buradaki eksikliklerin temelinde ise Allah’ın insanlığa direkt müdahalesinin kesilmesi yani nübüvvet müessesesinin itmâma ermesi gelmektedir. O en güzel örnekliğin, gözler önünde bir hayat modeli olarak temâyüz etmesi imtiyâzı sonlanmış, yazılı metinlerden hareketle örneklik mefhumunun tespit ve yaygınlaştırılmasının yolları aranır olmuştur. Bu durum ise, pek çok hareketinde tahkîki değil, taklîdi esas alan kitleler için ciddî bir kayıptır. Bir diğer faktör, oldukça etkili olan ihtidâ fenomenidir. Ashâb-ı kirâmın neredeyse tamamının, hayatlarının belki de yarılı yaşlarına yakın yıllarında İslâm ile müşerref olmaları, onların daha dinamik bir dinî hayat sürmeleri ve ideallerini gerçekleştirmek ile önceki hayatlarının tortusundan büsbütün kurtulmayı amaçlamaları sonucunu doğurmuştur. Günümüzde dahi mühtedîlerle, İslam coğrafyasının herhangi bir yerindeki sıradan bir Müslüman’ın (ki Müslüman asla sıradan olmamalıdır) arasındaki fark bu söylenenleri desteklemektedir. Yeniden temel sorumuza dönecek olursak: “mevcudun yani içinde bulunduğumuz ânın ihtiyaç duyduğu ideal nedir?”

Öncelikle “içinde bulunduğumuz ân” ile neyin kastedildiği netleştirilmelidir. Bu tâbir, zaman ve mekân bakımından yani iki açıdan tespit edilebilir: Özellikle aydınlanma sonrasından günümüze, kendisini gelişmiş olarak konumlandıran ülkelerin dışına yerleştirilmek ve tek meziyeti hammadde ve işgücü sağlamak olan ülkelerin tamamının yaşadığı yaklaşık 3-4 asırlık talihsiz tecrübe zaman boyutunu; yine kendisini ayrıcalıklı gören ve “öteki”nin sadece kendisine hizmet etmek için var olduğunu düşünen, sınırlı coğrafyasına rağmen dünyanın her yanı hakkında söz söyleme selâhiyetini kendisinde gören batılı devletlerin dışındaki tüm coğrafya ise mekân boyutunu teşkil etmektedir. Mezkûr mekânda idrâk edilen bu birkaç yüzyıl problem, temelde hiçbir değişikliğe uğramadığına da işaret edilmelidir.

Evet, böylece “ihtiyaç duyulan ideal” üzerine beyaz sayfalara biraz kara çalmak için zemin biraz daha netleşmiş olmaktadır. Ben, irademin tamamını bir ideale teksif etmekle yükümlüyüm. O ideal, irademi, benliğimi ve dahi var-oluş gayemi yeniden inşa etmemi sağlamalı. Başa dönerek soruyu tekrarlıyorum: Sistematik olarak uygulanan zulmü ortadan kaldırmanın yolu nedir? Bu zulmün insana bakan tarafının çözüm yolu nefsle mücadele, insan ve topluma bakan tarafın çözüm yolu ise belli bir program ve kadro ile sistematik olan zulme aynı şekilde cevap verme yükümlülüğü. Bu satırları yazanın, nefsle yapılacak mücadelenin âlâtını verebilecek bir konumu yok. Aslında bunun salt kitaptan öğrenilir bir şey olmadığı da bir yere kadar tespit ve itiraf edilmeli. Dolayısıyla bu mücadeleyi ehline havale etmek veya en azından nasların zâhirinin sağladığı manevî dinginliğe erişmek için çabalamayı tavsiye etmek gerekiyor. İkinci kısım mücadele hakkında ise, ciddî olarak kafa yorulması gerekir. Yani sadece bir radyonun, televizyonun, bir belediye başkanlığının elde edilmesi ya da demokratik sistemde iktidar olmak, şu kadar sayıda bürokratı bir yerlere yerleştirmek çoğu zamana bir şey ifade etmemekte, etse de günü bir nebze kurtaran çözümler olarak tarihe kaydedilmektedir. Çünkü idealden mahrum olan insanın, insanlığa söyleyecek bir sözü olamaz. Kurucu kadrolarında ve müntesiplerinde ideal fikir olmayan herhangi bir yapı, bir de, fikrin oluşmasını sağlayacak okuma ve ilim talebinden mahrumsa en fazla günübirlik hamleler ortaya koyabilir.

Biraz yukarılara çıkmak gerekiyor bakış açısını genişletmek için. Gerekirse en yüksek dağın tepesinde günlerce, haftalarca, aylarca kalmak gerekiyor. İzlemek gerekiyor kuşu, böcekleri, bulutları. Dinlemek gerekiyor su şırıltılarını, kanat seslerini, rüzgar uğultularını. Hasılı bir şeyleri bahane ederek tefekkür etmek gerekiyor. Çünkü bizâtihi gönlün sesini duymak için gerçek bir sessizlik gerekiyor. Bu tür bir eylem, şehrin gürültüsüyle doğan ve bu kargaşa ile ölen insanın ruhen incelmesini sağlayacaktır. Aynı zamanda tüm bu ameliye resmin tamamını görmek için küçük bir temrin. Resmin tamamı görüldüğü zaman moralinin bozulması, ümitsizliğin saldırısına maruz kalmak, zayıflığın farkına varmak mümkün. Ama bazı mümkünler, ciddî imkân emareleri açar insana. Zulmün sistematiğini ve belli mahir ellerle nasıl işletildiğini görmek insan için tam anlamıyla bir yıkım, bunu kabul etmek gerek. Bu farkındalığın en büyük avantajı ise, bütüncül bir bakış açısının yolunu aramaya yönelme duygusu vermesi. İnsanlığa öyle bir teklifte bulunmalıyız ki, ıstırabını çektiği şeyleri hem âşikâre bir surette görsün hem de onun çözümünü bu teklifte bulsun. Evet, zulüm sistemli. Cevap da kesinlikle aynı vasfı taşımalı. Bu bütüncüllük, idealin en temel vasıflarından biri.

İhtiyaç duyulan ideal, mevcut ânı dikkate aldığı gibi mevcut coğrafi, kültürel ve sosyo-ekonomik şartları da dikkate almalı ve katı bir merkeziyetçilikten ziyâde, kültürel kodlara yakınlık temelli yapı ve/veya yapılar vücûda getirmeyi hedeflemelidir. Böylece uygulanabilirlik ve örneklenebilirlik imkânı da artacaktır. Bu yapı ve/veya yapıların temel hareket noktası belli bir mezhep, tarîk veya cemaat olmayıp ihtiyaç duyulan idealin üzerinde temellendirildiği en azından kâhir ekseriyete göre tartışmasız temel umdeler olmalıdır.

“İdealin ihtiyaç duyduğu” bazı umdelere de bu bağlamda kısaca temas etmek gerekli. Bu aynı zamanda “ihtiyaç duyulan ideal”i de büyük oranda belirleme imkânı sağlayacaktır. Bir ideal tek bir kaynaktan değil, imkân varsa en az üç kaynaktan beslenmelidir. Bunların ilki, ilim, ikincisi irfân, üçüncüsü ise hikmettir. Bu üçlünün temelinde yer alan unsurlar ise, imân, İslâm ve ihsân olmak üzere yine üçtür. Toplamı altıya varan birincil ve ikincil bu yapı taşları, mutlaka birlik arz etmelidir. İmân ve İslâm gibi ihsân da dindendir. Önce kalbin, niyet ve tasdiki, sonra âzâların bu tasdiki ikrarı, son olarak mutlak samimiyet duygusunun yüreği çepeçevre sarması. Ancak temel, bu şekilde inşâ ve tahkim edildikten sonra, elde edilmesi gereken üç araca sıra gelebilir. Bunlar olmadan elde edilecek ilim, salt bilgi olması hasebiyle mâlumât; irfân, salt irfân olması hasebiyle ruhbanlık; hikmet ise, salt hikmet olması hasebiyle filozofluk olarak kalacaktır. Talep edilen ise ayrı ayrı konumlandırılacak bu üç nitelik değil, belli bir potada erimiş olan hepsinin özüdür. Nasıl İslâm ve ihsândan mahrum olan bir imân, salt tasdik olarak kalıyor ve eylem üretecek bir enerjiye sahip olamıyorsa, ilim, irfân ve hikmetin herhangi birinin yokluğu da, ideali mevcut için yeniden üretecek ve uygulayacak olan kimsenin henüz yolun başında nefesinin kesilmesi sonucunu doğuracaktır. İnsan uzun bir yürüyüşe çıkıyorsa azığını kuvvetli tutmalıdır. Eğer mümkünse bitmeyen azıklar edinmelidir.

Peki, bu idealin imkânı ve araçları nelerdir? “İmkân” tabiri ile kastedilen, idealin mevcuda söyleyeceği şeyin kabulünün imkânıdır. Yani ideal olma bağlamında bazı şeyler söylenebilir ancak bunların ilk başta zihinlerde ve gönüllerde daha sonra ailelerde ve son olarak toplum ve/veya toplumların tamamında karşılık bulabilmesi ayrı bir problemdir. Söylenilen şeyin etki yapmasının bazı şartları vardır ve bunların başında idealin uygulanabilir olması gelmektedir. Dolayısıyla ütopyalar sadet dışı kalmaktadır. İkinci olarak ideal daha önce tamamen veya kısmen uygulanmış olmalıdır ve her türlü zaman ve zemine uyum sağlayacak bir karakter taşımalıdır. Bunu yaparken mevcudun geleneklerini ve insanlığın tecrübesini temel ilkeler ile harmanlamak durumundadır. Üçüncü olarak ideali dillendiren kişi veya kişilerin güven telkin eden kimseler olması gereklidir. Çünkü kitleleri harekete geçiren şey güvendir. Dördüncü olarak ideal en az üç boyut taşımalıdır ki bunlar yaratıcı-insan, insan-insan, insan-kâinat ilişkileridir. Bunların tamamına dair sistemli söylemler geliştirmeyen bir idealin hayatiyetini sürdürmesi imkânsızdır. Beşincisi ise, ideal, hem bizzat tebliğcileri hem de tâbileri için bu dünyada olduğu gibi öteki dünya hayatı için de mutluluğa vesile olmalıdır.

İdealin araçları ise iki türlüdür. Bu araçlarla hem manevî hem maddî araçların kastedildiği ve bunların yukarıda zikredilen umdelerin üzerine bina edildikleri özellikle belirtilmelidir. Manevî araçları elde etmenin yolu ya kişinin, örneklikler ve metinler üzerinden veya temel ilkelerin ışığında kendi şahsiyetini inşâsına ya da güvenilir bir kişinin terbiyesine girmek suretiyle uzun bir eğitim sürecine bağlıdır. Manevî araçlar, burada tamamının zikredilmesi mümkün olmayan tevekkül, aksiyon, insana saygı, huşû, tevazu, merhamet, ihlâs, zühd, takvâ gibi vasıfları barındırmaktadır ve bunların tamamı, ilim, irfân ve hikmet temelli olmalıdır. Maddî araçlar konusu en az manevî araçlar kadar dallı budaklıdır. Bu araçlar mutlak surette ahlakî bir zemin üzerinde ve ahlakî kılıcı hedefler doğrultusunda tespit edilmeli ve temel umdeler nazara alınmak suretiyle temsil ve tebliğ edilmelidirler. Yani maddî araçların konuluşu, hem bu dünyayı yaşanabilir/ahlaklı bir dünya kılmak hem de kendilerinin kullanımıyla kişide âhirete yönelik bir bilinç oluşturmak olmalıdır.

Dünyanın yaşanabilir olması demek, hem insanların dünyada yaşanabilir bir hayat sürmeleri hem de insan dışındaki varlıkların, hayatlarını kendi döngüleri içerisinde idâme ettirmeleri anlamına gelir. Aslına bakılırsa bu ikisinin birbiriyle oldukça ilgili olduğu da âşikardır. Maddî araçların, manevî araçlar ile beslenmesi bu noktada önem arz etmektedir. Çünkü ahlâkı olmayan maddî araçları tek hedefi dünyanın nimetlerini belli bir azınlığın hizmetine sunmaktır. Ahlakla beslenen maddî araçlar ise yeryüzündeki adaletsizlikleri ortadan kaldırma hedefine matufturlar. Bu çerçevede maddî araçların sınırı yoktur, ancak kullanıcılarına yükledikleri bir sorumluluk vardır. Bunlar hayatı kolaylaştırma, hızlandırma, daha fazla insanın daha az zahmetle barınmaları, beslenmeleri, daha rahat haberleşmeleri gibi artıları bünyesinde barındırsalar da, modern dünya, bu araçların insanlığın sırtına yükledikleri eksiklikleri hala tam olarak tespit edebilmiş değildir. Sadece dünyayı tek gaye yapmaları, insan ilişkilerini azaltmalarını, hızlı ve düşüncesiz bir yaşamı teşvik etmeleri, tabiatı istifade edilemez hale getirmeleri bunlardan sadece birkaçı. Temel umdeler üzerine kurulan ve manevî araçlar ile desteklenen maddî araçlar da, hayatın her alanı ile ilişkili olmak durumundadır. Çünkü zulüm hayatın her alanında vâkidir ve buna ancak sistemli bir düşünce ve alternatif ile cevap verilebilir. Tabiî ki mezkûr ilişki, ontolojik düzlemi de dikkate alan bir ilişki olmalıdır. Bu sayede bu dünyanın mevcut düzeni altüst edilmediği gibi, insanın yaratıcıya ve kâinata karşı ödevleri de yerine getirilebilecektir.

İfade edildiği üzere bu araçların, temel ideale sımsıkı bağlı olmaları ve ideali elde etmek için istimâl edilen unsurlar olarak, ideal kadar duru kalmaları mecburidir. Çünkü kirli araçlarla temiz sonuçlar alınamaz, kem âlâtla kemâlât olmaz. Bu anlamda mesela nükleer enerji, siyanür kullanımı, türlü radyoaktif atıklar, teknolojik çabaların ortaya çıkardığı küresel ısınma, deniz, kara ve hava kirliliğine sebebiyet veren türlü atıklar üzerinde dikkatlice durulmalıdır. Burada, bu gibi unsurların getirisinin götürüsünden fazla olması değil, götürdüğü şeyi nereden ve nasıl götürdüğü önem arz etmektedir. Maddî araçların çeşitliliği ortadadır ve bundan dolayı tek tek her biri için bir şeyler söylemek mümkün değildir. Ancak yukarıda zikredilen temel hareket noktaları, bu araçları kullanmak ile ilgili temel bir felsefe oluşturmak gerektiğine dair kısır atıflar içermektedir.

Sonuç olarak ideal vardır ve dün olduğu gibi bugün de uygulanabilir bir karakter arz eder ve zaten etmelidir. Bu ideal, zaman ve zeminini, kendine özgü şartlarını dikkate alarak bizzat kendisi kurmak zorundadır. Uygulanma imkânı, rol modeller ve elde edilebilir olan türlü nitelikler ile beslenmektedir. Bu idealin günümüze intikâlinin sorunları öncelikle temel umdelere uyma, sonra araçlar probleminde düğümlenmektedir. Bu düğümü aşmak ise birden fazla bakış açısı ile mümkündür. En azından, insanlığın tamamını ilgilendiren aksaklıkların özel değil genel bir tabiata sahip olduğu tespit edilmeli ve verilecek cevabın, sınırlı çözümler yerine uzun vadeli ve kolektif çalışmalarla belirlenmesi ve uygulamaya geçirilmesi gerektiği anlaşılmalıdır.