Menu
ZEUS'A KARŞI PALLAS ATHENE
Deneme/İnceleme/Eleştiri • ZEUS'A KARŞI PALLAS ATHENE

ZEUS'A KARŞI PALLAS ATHENE



“İnsanın sayısız arzuları arasında,iktidar ve şâşaa başta gelir.”(Bertrand Russell)


İlkin kaos geldi, der Hesiodos. “Tahrip ediyor, yakıyor yıkıyordu.Yeryüzü göründü. Kaos kapkara geceyi getirdi… Yeryüzü, Gökyüzü ile yattı ve Cronus’u var etti. Cronus, Gökyüzü ile yattı. Zeus oldu.” Cronus, Zeus’tan nefret ediyordu. Zeus da babasına karşı çok yönlü bir savaş başlattı. Anlamsız bir kaos ortamından, kaba ve çirkin bile olsa tercih edilen bir iktidar yarattı. Oysa her şey bu denli sade kalmadı. Zeus, Metis’le yattı ve Metis hamile kaldı. Yeryüzü, Zeus’u Metis’ten doğacak çocuklarla ilgili uyardı. Metis’in doğuracağı ilk çocuk bir kız olacaktı ve ondan sonra gelen çocuk evrenin hakimi olacak, Zeus’u tahtından alaşağı edecekti. Buna karşı tetik durmak isteyen Zeus, Metis’i yuttu. Ne var ki Metis’i yok etmekle, ondan doğacak olan, düşünceyi ve aklı temsil eden Athene’yi yok etmiş olmadı. Athene, Zeus’un bir baltayla yarılan kafasından tepeden tırnağa silâhlanmış biçimde yeniden doğdu.

 

Şairane bir rölanti; kaos ve düzen arasında seçim yapmama hürriyetim var; bu kadarına hakkım var, diyebilir yazar. Desin bakalım. İnsanın, zorunlulukları seçimiymiş gibi yaşaması da bir çeşit hürriyettir. Avunabiliyorsa ne âlâ. Seçmeyerek seçilmesi gerekenin aleyhine bir seçim yaptı o. Bundan sonra kaleminin ucu üzerinde fır dönerek siyasî, kültürel ve ekonomik iktidarlara karşı olduğunu haykırabilir, hâlâ duyulabilir bir sesi kaldıysa tabiî! Oysa Sartre’ın ifadesiyle “iki milyar açın yanında” yer almıyorsa, “seçkinler sınıfının hizmetindedir ve sömürücüdür”. “Ölü bir çocuğun karşısında Bulantı ağır basamaz.” diyebilmişti Sartre. Üstelik bu, Bulantı’yla sınırlı bir hüküm değildi ona göre.

 

Faulkner ise “Sanatından başka hiçbir şeyden sorumlu değildir yazar. Gerçek bir değeri varsa, yasak masak tanımaz. Bir rüya peşindedir. Yüreğini daraltan, ne pahasına olursa olsun kurtulması gereken bir rüya. Her şeyi göze alabilir bu uğurda, yazacağını yazabilmek için onur, gurur, dürüstlük, güven, mutluluk; tümünden vazgeçebilir. Hatta öz anasını bile dolandırır gerekirse: Ode on a Grecian Urn yeryüzündeki bütün yaşlı kadınlardan değerlidir.” diyordu. “Öyleyse güvenlik, mutluluk ve onur yokluğunu sanatçı yaratıcılığının temel etkeni sayabilir miyiz?” diye sorulunca “Hayır, sanatçının yalnızca iç huzuru bakımından önemlidir bunlar. İç huzurunun ise sanatla hiçbir ilgisi yoktur.” diye yanıtlamıştı.

 

İki yazar ve iki seçim, yazarlık ahlâkının alanını işaretliyor bence. Bu alan içinde edebiyata dair her şey konuşulabilir. Dolayımsal bir edebiyat etiği benimsemek zorunda değiliz, dahası benimsemeye kalkışırsak bu alandaki anlayışların çeşitliliği, dolayımlayıcıların bolluğu başımızı döndürebilir. Öte yandan bu alan, edebiyatla ilgili herkesi meşgul eden bireycilikten toplumsallığa, estetikçilikten yararcılığa, gelenekçilikten avangardlığa, evrensellikten yerelliğe çift uçlu sorunların konuşulabilir olduğu yegâne alan. Yazar, bu esnekliğe sığınarak, nerdeyse ömür boyu parmak kaldırmadan, tercih belirtmeden ya da belirtir gibi yaparak ama sınırsız bir doğrular evreni gibi görünen bu alanda, bir doğrucukla, kendisini de insanını da oyalayarak var olabilir. Her postnişîn etrafında birkaç mürit olacak kadar eli açık dünya, insana karşı. Edebiyatçı, iktidar kavramıyla ilişkisini de bu alanın genişliği içinde kurgular. Rölantide kalarak çığlığı atabilir, yankısını dinleyebilir, karşı ya da taraf olmanın bereketini sunar toplumuna. Onu kâle alınır ya da alınmaz yapan her türlü soruna bakışı olduğu kadar iktidara da bakışıdır. Rölantide bekleyerek bir ses çıkarıyorsa, bu gürültüye kulak asan sadece öteki kader arkadaşlarıdır. Bir başka deyişle, gizliden gizliye güce tapanlar, güçten korkanlar. Onları konu dışı bırakmayı önererek, (önermeleri olan) edebiyatçı ile iktidar (kavramı) ikilisini, bitim noktalarını Sartre ve Faulkner’ın sözleriyle belirlediğim bu alan içinde tartışmaya devam etmek istiyorum.

 

Bu tartışmada, bana önemli görünen tek şey, yazarın iktidar kavramıyla ilişkisinde kendine ve kavrama bakış açısıdır; çünkü bu tartışmanın kahramanı her durumda insandır, mücerret bir organel değil. Ayrıca edebiyatçının, (siyasî / kültürel) iktidar tarafından algılanma şekline başka yazılarımda değinmiştim. Tek tek süjelerden ve süjelerin anlığından bağımsız bir kavram olamayacağı için ortada iktidar namına tanımlanmış nesnel bir “şey” olamaz; ancak başkaları dolayımında tanımlanabilen, karşısında tarafsız kalınamayacak bir “şey” olabilir. Ya boyun eğeriz ya eğdiririz.

 

O kadar da rastgele değil boyun eğme deyişi. Kendi isteğimizin hilafına kabul ettiğimiz her durum benlik duygumuzu derinden sarsar. Bu benlik duygusunun nasıl şekillendiği, onun isteklerini belirleyenin ne olduğu çok önemli. Özgürlük tanımımızı yaparken neye boyun eğeceğimizi kendimiz belirleriz. Bu, kendi gücünün idrakinde olmakla ilgili. Güç derken insanın iradesine karşı değil de irade doğrultusunda çalışan bir gücü kastediyorum. İktidarın insan bünyesindeki yeri, iradeyi hiçleyen libidonun yeridir. İktidar ister; daha daha daha’dır tek ölçüsü ve tamamen kişiseldir.

 

İşte bu, her kişide mukim olan kişisel iktidar çekirdeği her tür iktidarı konuşurken söze başlanacak yerdir. Bu çekirdeği harekete geçiren başkasıdır; çünkü iktidar, insanın kendinden yana oluşunun somutlaştığı noktadır. Nisbî zafer duygusunun beslediği bir yanılsamadır; ama bu nispîlik, iktidarın ne kadar reel olduğunu gösteren bir kanıttır aynı anda; zira başkası yoksa, yokuzdur. Zürriyetin garantisi olan ötekidir, hakikatin kendisinde tecelli ettirileceği öteki. Bu koşul, iktidar kavramını hep güncel ve her şeyle ilişkili kılar. Bu nedenle en az aşk kadar kişisel bir tecrübe iken, aşktan farklı olarak, muhatabı başka herkes olduğu için her koşulda siyasîleşir ve neden olduğu kişisel dramı önemsizleştirirken aynı anda siyasî bir kavram olarak belleklerde yer eder. Kişisel dramı bir örnekle açıklamak yerinde olacak: “Düşenlerin çoğu, bu düşüşe tanık olanlar üzerinde korkunç bir etki yaratırlar. O zaman ayakta kalanda, sanki ötekilerin tümünü kendisi yere sermiş gibi bir izlenim uyanır. Güçlülük duygusu hızla ve hiçbir şeyin engellemeyeceği hamlelerle artar; ayakta kalan, can çekişenlerden veya ölülerden oluşmuş tüm kitleyi kendine mal eder. O zaman o, artık yaşayan tek kişidir, geri kalanlar ise onun kurbanlarıdır. Zafer duygusunun bundan daha tehlikelisi yoktur ve böyle bir duygunun kendisine yaklaşmasına bir kez izin vermiş olan, artık gelecekte de o duygunun yinelenmesi için elinden geleni yapacaktır.” (Elias Canetti)

 

Buradan başlamamın bir nedeni daha var. İktidarı edebiyatçıyla ilişkilendiren yazılarda dikkatimi çeken bir nokta: Bu konu konuşulurken edebiyatçıların da diğerleri kadar zaaflı birer insan oldukları unutuluyor. Onlar, insan olmanın iktidarla ilgili zaaf kısmından yırtıyorlar sanki. İktidarın bir insana bulaştırabileceği virüslerin, edebiyatçıya, sırf benimsediği karşıtlık söyleminin –üstelik pek çok örnekte izlendiği üzere laf olsun diye- referansıyla bulaşmayacağı varsayılıyor. Sanki iktidar onun dışında kalan somut bir kütle. Bir heyulâ. Şair olmanın bilge olmak olduğunu söyleyebilseydik, Russell’ın sözüne göre arzunun bir biçimi olan iktidar günahını işlemeyeceğini varsayabilirdik.

   

Elbette bir heyulâya dönüşüyor. Kaotik değil korku veren bir heyulâya. Bu kaçınılmaz. Ne var ki rölantiden çıkıp seçim yapmadığı sürece kimsenin organı olmaktan kurtulamadığı bir heyulâ… Hangi organ olacağını seçebilir kişi, bu ona verilen bağıl özgürlük rüşvetidir. Kuyruk olup zıp zıp dolaşmayı özgürlük sanarak ömür geçer ne de olsa ortalama altmış beş sene. Ya da uzadıkça kesilen şairin kirli sakalı…

 

Russell, benim heyulâ dediğim şeyi bir enerji olarak tarif ediyordu. Durmadan beden değiştiren, göstergeleri zenginlik, silâh, sivil otorite, askerî veya ekonomik kumanda merkezi olan bir enerji (Power: A New Social Analysis, 1938). Onun yok edilemez olması insan türünün ‘evrensel alçak’ yanıyla mı ilgili, insanın düzene olan meyliyle mi? Bunun yanıtını veren olmadı. Bu sorunun yanıtlanması için en dürüst çabayı Anarşizm’in gösterdiğini düşünüyorum; çünkü yok edilmesi gereken şeyin yerine bir şey önerirken insanî olanı temel aldılar. Eğer iktidar, düzen için gerekliyse Kropotkin’in deyişiyle “keşişin, hükümdarın ve zenginlerin çıkarı için konulan” kanunun sağladığı düzeni neyleyelim? Stirner ise mutlak bir özgürlüğün insan için mümkün olmadığının bilincindeydi. Önemli olan “özgürleşmek değil, bireyselliğimizin inşası ve korunması” idi. Tolstoy, fazladan, hümanizmin maskesini düşürüyordu: “Tanımadığımız ve hiçbir zaman karşılaşamayacağımız insanları sevmek o kadar kolay ki. Hiçbir şeyi feda etmemiz gerekmez. Bilincimizi aldatır bu sevgi. Hayır. Benzerimizi sevmeliyiz, ama kendisiyle birlikte yaşadığımızı, bizi rahatsız edeni.”

 

Edebiyatçının Anarşizm’in kaldığı yerden devam etmesi şart görünüyor. Eğer yazı ve özgürlük dolaylarında bir varoluş tasarlıyorsa. Peşinen adil olmayan bir savaşın kararlı savaşçısı olmayı seçecek. Her an “Çıkarın Aranızdan!” denilerek istiskal edilebilir, ki edebiyatın sağlayacağı özgürlük en fazla gurbetteki özgürlük olacak: “Edebiyata ulaşmak, ulusal kibrin, dar görüşlülüğün, zoraki taşralılığın, anlamsız müfredat eğitiminin, sonu olmayan kaderlerin ve kötü talihin meydana getirdiği hapishaneden kaçmaktı. Edebiyat, daha büyük bir hayata, yani özgürlük alanına giriş pasaportuydu.” (Susan Sontag)

 

Eğer edebiyatçının düzen karşıtlığı şairane bir gestus’tan ibaretse, çağrıldığı meydana hiç gelmeyecek –üstelik edebiyatçıya acıyan- bir rakibe meydan okuyan yaşlı kaçık silâhşörlere benzeyecek. Bunun keşke bir ortası olabilse, ama yok! İktidarın kestiği parmak acımaz, diyorsan tavrınla, yazınla, sözünle, yemek yiyişinle, düğününle; kalem tutan parmağın gidince sesin çıkmayacak. Demiyorsan; meşru olmayan, zarar veren, baskı uygulayan gücü temsil edenlerle dirseklerin ve omuzların değmeyecek; çünkü o, kendisinden çok daha büyük başka bir kötülüğün –bilinçli ya da değil fark etmez- uzantısı.

 

Edebiyatçının günlük yaşantısından söz etmiyoruz. Yazısında ‘dışarıda’ ya da ‘içeride’ olmayı seçmesinden söz ediyoruz. İçeride olmanın anlamı, iktidarın çok geniş imkânlarıyla beslediği karmaşık yapıya, yazarın kendini sonluluğa ayarlayarak monte olmasıdır. Bu sonluluğun anlamı şudur: Edebiyatçı, sınırlı sayıda malzemeden sonsuz ihtimalli eser üretir, üretmeye adaydır. Bu sonsuz ihtimalden biri elinden alınsa -bir piyanistin piyano tuşlarından birine dokunmasının yasak olduğunu düşünün- artık o sınırlı ve gideceği nihayet noktası saptanmış biridir. Dışarıda olmaksa, en dürüst yaklaşımla Melâhatvârî bir mülksüzlükle, muhalif bile değil iktidarı dil düzeyinde tamamen dışlamakla özetlenebilir. Onun terimlerini bile ters yüz etmek gerekecektir. Dergiler, medya, bazı köşe yazarları, yayınevleri aracılığıyla öne sürdüğü kanonu çarpıtmak gerekecektir. Bunun bedeli eninde sonunda kesin yalnızlıktır. Bu net bir ölçüt işte. Daha eski bir devirde yaşıyor olsaydık, daha iyimser bir bakış açısı geliştirebilir, ‘içeride’ bile olunsa, eserin kendi özgün evreni içinde olabildiğince özgür olmasının yeterli olduğunu varsayabilirdik. Tıpkı zincirli bir kölenin içsel özgürlüğü gibi. Romantik çağlara has bir edâyla. Oysa çağımızın iktidarı çok yönlü bir tarz-ı siyaset izlediği için eserin özgün biricikliğine kadar gelemiyor bile. Eserin varolma sebeplerini, daha yazılmadan, yazarda bir kuvve halindeyken ortadan kaldırma amacı güdüyor. Yazarı, flu yazdığı oranda netleştirip net yazdığı oranda flulaştırıyor, önemsizleştiriyor. Oysa çağımızda edebiyat yapılacaksa tam da bunun için yapılacak. Romansal hakikat de insanın biricik hakikati de bu fluluktan fazlasını hak ediyor.

 

İktidar, zorunlu olarak teşkilatlı bir yapıdır. İlk bakışta düzensiz ve belli bir amaca yönelik değilmiş gibi görünen medyatik ya da kültürel zorbalıkların, siyasî iktidar kavramıyla ilişkisiz olduğu yahut çeliştiği yahut ayrı bir iktidar oluşturduğu ileri sürülebilir. Böyle bir ayrışma yalnızca görünüştedir. Siyasî iktidar sandığımız şeyin gerçek muktedir olmayışından kaynaklanan bir görüntü bozukluğudur bu. Zeus sanılarak karşısında Athene’liğe soyunulan şey, ölülerin gölgelerini yeraltına götüren Hermes’tir. Edebiyatsa, görünüşe göre, deniz köpüklerinden doğmuş Aphrodite’i, Athene’ye tercih ediyor. Doğduğu an ölen bir şey olan köpüğü. Rönesansı olmayan bir geri gidiş!