Menu
ÖLÜLERİN TEMSİL HAKKI
Deneme/İnceleme/Eleştiri • ÖLÜLERİN TEMSİL HAKKI

ÖLÜLERİN TEMSİL HAKKI

Ölümsüz olsaydı insan, büyük olasılıkla yazı yazmayacaktı. Yazının ölüme karşı bir direnç göstergesi oluşuna yorduk hep bunu. Görece bile olsa bir kalıcılık, kendisi göremeyecek olsa bile bir iz. Oysa bu, hiçbir zaman yetmeyecektir yazmaya; çünkü aynı zamanda ölülerin temsil hakkıdır yazmak. Ölüler temsil edilmek isterler ve yazı onların yaşayanlar arasındaki haklarını korur. Tabiri caizse, bir hanedanlıkta soyu sürdüren bir erkek çocuğu neyse, yazı odur. Bir diğer deyişle, türsel ve vahşi bir içgüdü. Dolayısıyla bizi, yazının -kendisi dışında bazı hakları da koruyan ve sürdüren- bir hukuk oluşundan çok, edebî metinlerin eşit temsil hakları -temsil sözcüğü sadece kendi kendini temsil kaydıyla kullanılıyor burada- ilgilendirecek bu yazıda. Böylece, aslında zamanın tortusunun olmadığını, bir tortulaşma varsa bunun yazıya geçen şeyin yazıya geçme anında oluştuğunu söylemiş olacağız. Ayrıca bu, çoğu zaman içgüdüsel olana çeşitli soylu amaçlar biçmek zorunluluğundan kurtulmamızı da sağlayacak.

edebî yapıt ve sunumsal anlamı

Edebî yapıtı kimyevi bir tepkime gibi yorumlayan Fransız eleştirmen H. Taine, bu tepkimeye giren bileşenleri üç sözcükle özetledi: An, soy ve ortam. Böylece edebî esere, bir prensip olarak, ilk kez tarihsel bir bakış getirilmiş oluyordu. Ondan önceki ama onun kadar sistematik olmayan bir başka yorumsa, Napolili Vico’nun Homeros yorumuydu: Homeros, İlyada’yı yazdığı sıralarda gençti ve Yunanistan gurur, öfke ve öç duygularıyla doluydu, bu nedenle gücü simgeleyen Akhilleus baş tacı edildi. Odysseia yazılırken ise Yunanistan’ın tutkuları yatışmıştı. Bu kez erdemi simgeleyen Odysseia göklere çıkarıldı. 1820’li yıllarda Hegel, Berlin’de verdiği tarih felsefesi derslerinde, millî edebiyatları o edebiyatı yaratan toplumların dile gelişi olarak işliyordu. Toplumlarsa, peş peşe gelen çeşitli egemen düşüncelerin etkisi altında daima değişen canlı varlıklardı.
Üç yöntemin de yazarın niyetini göz önünde bulundurmaksızın yazara belli ölçüde bir edilgenlik yüklediği açık. Ancak bu düşüncelerden yazarı da okuru da daha etkin kılan yorumsamacılara geliş -Vico’dan tercihan Dilthey’e geliş de diyebiliriz- uzun sürmeyecektir. Yorumsamanın bu yazı açısından önemi; önerdiği yöntemlerle zamanı sıfırlayarak edebî eseri, âdeta bugüne ışınlamasıdır. Esasen yapılan iş, eseri bugüne getirmekten çok, yorumlayacak kişinin eserin yazıldığı dönemin “nesnel tin”ine nüfuz etmesidir. Bu nesnel tin, dönemin tarihsel şartlarını, felsefi ve dinî düşünme biçimlerini, ahlâki, hukuki ve siyasi yapılanmayı, yaşama stillerini kapsar. Yorumsamanın şu veya bu şekilde kendi içindeki problemleri bir kenara, eserin yorumcuyla arasındaki zamansal engeli aşması, onun kendini özgür biçimde her bağlam içinde ama illaki şimdi’de sunmasını sağlar. Böylece bu, alelâde bir temsil ediliş olmaktan çıkıp sunumsal bir nitelik kazanabilir. Bu, aynı zamanda eseri kasvetli bir gelenek şablonu ile çeşitli mütekabiliyetlere hapsetmemiş olduğumuz anlamına gelecektir. Burada akılda kalması gereken iki sözcük; sunum ve şimdidir.

saniyenin efendisi

İzlenimci ressamların en önemli keşfi, nesneye bakarken gözün göremediği ancak nesneyle göz arasında bir hacim oluşturan havanın varlığı idi. Bu havayı resmetmek isteyişleri, havanın nesneyi gösterme biçimine yoğunlaşınca nesnenin hiç de olduğu gibi görünmediğini kavradılar. Gözün nesneye kadar kat ettiği yolda, minimal ölçülerde de olsa, bakış, konturları neredeyse belirsizleşen bir şey görüyordu. Böylece titrek fırça darbelerini, minik tuşları keşfettiler. Havayı göstermeden görünür yapan bu keşif, tersinden de olsa, edebî esere bakışımızdaki bir kaybı, error’ü görmemizi sağlayabilir.
Şiirin bir vuzuh anı, bir parlama olduğu, sanırım Tanrısal esinden en yoksun, en bilgici şairin bile reddetmeyeceği bir savdır. Şiirin alımlanmasının en önemli koşulu, bu parlayışı belli ölçüde okuyanın da görebilmesidir. Kasvet, zamansal bir bulutun eseri sarmalamasından doğar. Bu bulut, şiiri görünmez hale getirmeden onun parlaklığını emer. Ayrıca, geçmişten gelen en iyi örneklerin bile, onlarla ülfetimiz, onları analiz etmemiz ve ihtiyaçlarımızın hızla değişmesi sonucunda, -her iki anlamda da- sanki teşeyyuh ettiğini görürüz.
Oysa hangi ihtiyaçlar için ve hangi zihinsel yapı eşliğinde yazılmış olursa olsun, metinlerin bir hiyerarşiye göre büyüyen yaşları yoktur. Gelişigüzel biçimde geçmişte yayılırlar ve son derece minnetsiz biçimde sunulurlar. Geçmiş sözcüğünü anıyorum ama doğrusu, eserlerin gelenek ya da geçmiş vs. sözcüklerle ifade edilebilecek koruyucu kanatlara ihtiyaçları yoktur. Böyle kanatların varlığı zaten hep söz konusudur. 19. yüzyıl İngiliz Edebiyatı gibi neredeyse bir devletin kuruluşuna benzer biçimde kurulan edebiyatlar vardır. Ancak, bugünü de içine alacak bir geçmişin bugünden bakılarak Eliotvari biçimde kurgulanmasını yararlı bulmuyorum. Onun İngiliz Edebiyatına uyguladığı bakışın, bizim için mümkün olmayan tarafı, “present perfect tense”i -ya da Fransızcadaki passé composé’yi- Türkçede müstakil bir zamanla karşılamayışımızdan bile anlaşılabilir. Bu kesintili anlayış ve süreksizlik fikri bizim maruz kaldığımız bir şey değil, tam tersi modern -ve aslında aynı anda fevkalâde geleneksel- bir tutumla zamanı yakalamak çabamızın sonucu. İçinde olunan zamanı yakalamanın yolu yoksa, en azından şiir, geçmişten kurtarılabilir. Geçmişi bir süngerin sıvıyı emerek tutması gibi tutansa şiirin kendisidir. Şiir, anın içinde oluşun, geniş zamanlara salvosudur; çünkü şiirin şiirden başka geleneği yoktur. Şunu kastediyorum:
Yaşamın soluğudur şiir. Dilden nüksedip durur, depreşir. Hızla akan trafikte araçların arasında, devlet dairelerinde belgeler arasında, apartman boşluklarında gezinir, değdiği her şeye letafet üfler. Hayatı hayat yapar da ruhumuz duymaz. Şiir aracılığıyla insan kendini, tarih içindeki yerini bilir. Bu sadece, şiirin “her işi yapar” niteliklerinden biri değil, Sainte-Beuve’un deyişiyle edebiyatın “ölümsüz olan tek şey” olmasındandır. Böylece; biraz daha ileri giderek şiir birikiminin insanlığın biyografisi olduğunu söylemiş oluyorum. O, insanın sabıka defteridir, sicilidir. Elbette şiir ve diğer edebî eserler bilgiye indirgenemez; ama kim iddia edebilir şiirin bilginin çok özel bir türü olmadığını?
Şiir ve gelenek demeden önce, yalnızca gelenek dediğimizde bile, bizi dikkatli olmaya çağıran bir dürtü var. Bu, geleneğin aşırı derecede aşınmış bir sözcük oluşundan ileri gelir. Aşınmış sözcüklerle konuşmanın en büyük külfeti, onların iyice genişlemiş, pek çok tezat barındıran çağrışım alanlarından doğar. Onda her şey eninde sonunda birbirine eşitlenir. Kir biriktirmeyen yapısı bundan ileri gelir. Gelenek, totolojiler ve çelişkilerle doludur. Öte yandan hızla yuvarlanarak büyüyen bir çığ ne kadar masumsa, gelenek de o kadar masumdur. Dolayısıyla onun vücuduna eklenmeyi peşinen tek kaderi sayan şair için bu vahdet-i vücut, şairi boyun eğmeye götüren bir hüküm olur. Sonsuz artı bir, sonsuzdan bir fazla değildir. Burada kırılacak olan sonsuzluk hükmüdür. Ölülerin seslerini bize duyurarak hizmet sunan, bütün anlamını da böylelikle kazanan bir yapının sonlu bütünlüğünü kavramamız, bunun için şarttır.
Geleceğe geçişin tek imkânı ve zemini sayılsa da o, aslında şairdir bu mümkünlüğün bedenleşmiş hâli. İşte bu nedenle şiir geleneği yerine yalnızca “şiir” dediğimizde her şeyi anlatmış oluruz. Böylece bir cam vitrinde sakladığımız antikayı bakışlarımıza sunarak şimdiye taşırkenki dikkatimizi şiire de göstermiş oluruz. O, çağlar öncesinden bile seslense sesimizle senkronludur. Senkronlu ise gündemimizdedir zaten. Şair, bazen sanki sırf varolarak bile, kişisel olmayan büyük bir amaca hizmet ediyor gibidir. Bir an için bir süreklilik varsayarsak şair, gelenekle gelecek arasındaki zincirde gönüllü bir köledir. Öte yandan tüm bunların dışında çalışan bir zihne sahipse bu böyledir. Bir başka deyişle şair, bu köleliğe yazgılı saymaz kendini. Sarsılmaz bir özgürlükle çalışırsa şiire, onu yaratabilir ve ancak onu yaratabilirse bu anımsanma zincirine bağlanabilir. Böyle bir zincir de son derece varsayımsal ve hayalîdir. Şairin amacı, geleneğin ve geleceğin bir parçası olup tarihte yerini almak değildir, o ne pahasına olursa olsun, yüreğini sıkıştıran burgaçtan kurtulmaya çalışıyordur sadece. Parlak bir zekaya sahipse kurtulur ve kurtuluş araçları dünyanın büyük müzesine kaldırılır, şiir olarak. Tıpkı eski paslı bir kılıç gibi. Kahramanın eli değdi ona. Bir saniye sonrasını bile hesaplamayan bir kahramanın.

... mais d’abord il faut être un poète!

Şair, kendini ne kadar özgür duyumsarsa duyumsasın, dilin içinde kalakalmasıyla ve dilin eşsiz bir bellek oluşuyla özgür değildir. Bu, dille insan arasında bir hiyerarşi kurarak dili, insanın üstüne yerleştirdiğim anlamına gelmiyor. Dilin ideolojik bir aygıt olarak insanı sınırlaması anlamına geliyor. Şairin dimağı tek başına çalışmaz. İçinde yazmış olduğu dil, edebiyat eserlerinde evrile evrile bir düşünme biçimine dönüşmüştür; denebilirse eğer, dil düşünen bir dimağ gibi çalışmaya başlamıştır. Yazar ve şair her zaman böyle söyleşimsel bir ortamda üretir. Bu geleneğin ta kendisidir. Bu gelenek, şaire karşı ya da taraf olduğunda bile, şair onu destekler mahiyette yazdığında ya da yıkıcı bir yazın oluşturduğunda bile gelenekle şair -oldukça mahrem bir biçimde- söyleşmişlerdir.
Türkiye’de gelenek sözcüğü, yakın zamanlara kadar, insanın dinle ilişkisinde bile yenilikçiliğin karşısına konuyordu. Doğru ya da yanlış olduğu sorgulanmadan kabul edilen değerlere geleneksel dendi. Hurafeler ve bidatler, (Sünnî) geleneksel anlayışlara; radikal tutum ve davranışlar genelde “köksüz” ya da “dışarlıklı” olarak nitelenen reformcu tarafa yakıştırıldı. Gelenek, ayrıca, din tabanlı bir örüntünün topluma uzantısı olarak, sosyolojide, modernlikle zıt taraflarda oldu. Her durumda geleneğin artalanı Doğu, modernin artalanı Batı oldu. Örneğin; Farsça geleneği, Fransızca moderni temsil etti. Gelenek, böylelikle, kullandığı dillerle, coğrafyayla, sesini temsil eden şairlerin dünya görüşleriyle, dahası kendini savunan Batılıların sonradan Müslüman oluşlarıyla, kurtuluş fikrini asla edebiyata vermeyişiyle... sözün kısası din duygusuyla inşa edildi. Oysa edebiyatta fıkıhtaki gibi ya da dindeki gibi ortak doğrular alanı söz konusu edilemezdi. Buna rağmen, örneğin Divan şiiri karşısında aydınların aldıkları tutum, daima dünya görüşlerinin kendilerini koşullaması ile şekillendi. Bunun için Türkçede ilgili kitap başlıklarını alt alta sıralamak bile bir fikir verecektir. Bu mahrem söyleşi, hâlâ sürmektedir. Şu durumda şiir açısından ve şiire göre, diyerek devam etmek gerekir.

şiir açısından, şiire göre

Şiir, doğası gereği yaratıcı ve devingendir. Şiir geleneği de hep bir yıkımlar geleneği gibi çalışıyor. Her zaman yıkımlar ve dönüştürücü devrimler olmasa bile, şiir geleneği bir ucundan sürekli kemirilip yıpratılıyor, oradaki doku değişiyor. Bir süre sonra başka bir yıpranma-onarılma derken.. bu onun doğası hâline geliyor. Bu, doku değişimi bana hep ilginç gelmiştir. Her iyi şair, kendi yüzyılının müceddidi olma potansiyeli taşır. Bu yenilenme esnasında bir şeyler korunur bir şeyler ilga olur. Ama korunanlar -şiirin geçmişin koruyucusu olduğu unutulup- geleneğe fatura edilir, yeniler seçilmiş birkaç şaire. Böylece şiirin doğasına bitişik olan koruyuculuk şiirden alınıp aslında şiirden ayrı düşünüldüğünde bir hayalet olan geleneğe yüklenmiş olur. Koruyuculuk, bir tür gerileme sayıldığı için şiirin öncülük ve devrimcilik taraflarıyla bağdaştırılmak zorunda kalınmamış olur. Oysa gelenek ve şiir diyecek kadar bile ayrı ayrı kavramlar olarak düşünemeyiz bu ikisini. Şiir; geçmişi korur, saklar ve bize sunar, bu koruyuculuk sıfatının şefaatiyle gelenek adını alır.
Geçmişi korumak tek başına şiirin işi olmadığı gibi onu en iyi koruyan da şiir değildir. O, tarihin atladığı ayrıntıları bize anımsatır. Tarihsizliğin bilinçaltı olur. Şiirin işi çağdaş insanlar arası bir dil olmakla sınırlı değildir, daha önemli olan işi çağları aşıp zamanlar arası bir eşzamanlılık yanılsaması yaratarak bir duygudaşlık sağlamaktır. Bu nedenle Sainte-Beuve’un sözü, tartışılabilir olsa bile, ölümsüzlüğü ‘insan ömrüne nispetle bir kalıcılık’ diye yorumlarsak, oldukça haklıdır.

geçmişi tutan şiirse

Yine de korunmuş ve gelenek adını almış bu geçmiş orada öylece hazır beklemiyor şairi. Tuhaf şekilde yazıyla korunmuş olsa bile kapalı bir bütün değil o. Şaire seçenekler sunan bir zemin. Her şiir, demek ki, şairinin müntesibi olduğu uygarlıkla yaşıttır, denebilir. Dolayısıyla şiirden bu yaşın gerektirdiği ökeliği beklemek hakkımız. Öte yandan şairin; tüm bu yapıyı yorumlayan konumunda olduğu sürece, o bütünün tinine ancak kendi dehası oranında işleyebileceği de çok açık. Dehanınsa zamanı yoktur. Deha, anlık parlamaların sonucudur, bir diğer deyişle sürekliliğin bir kesiti değildir. Tersine süreklilikten kopandır. Bu nedenle gelenekle ilgili özellikle bütüncü teorilerin hepsi aksar.
Şairliğe soyunan biri bunun için ne gerektiği sorusunu sormalı kendisine. Ben kendime bu soruyu hep sordum. Yaşım ilerledikçe verdiğim cevaplar değişse bile bu cevaplardaki değişmeyen yan şiirin insanın tarihiyle olan sıkı bağıydı. Felsefeyi, dinler tarihini, uygarlıkların başlangıç ve bitişlerini, devletlerin kuruluş ve yıkılışlarını... içine alan sıkı bir tarih bilinci, daha sonra sevinçle gördüğüm üzere Dilthey’in “tarih bilinci” dediği işte buydu. Bu, öyle bir bilinçtir ki, insanın kendini eksiksiz bilmesini sağlayan tek şeydir. Ayaklarını nereye bastığını bilmek demektir. Böylece, şair kendini -hem bir millete mensup olarak hem birey olarak- önemserken nevrotik bir belirti göstermiş olmaz, gerçek önemi hakkında bir fikir sahibi olur. Öneminin farkında olmak yapılabilecekler hakkında bilgi sahibi olmaktır da. Bu bakış karşısında tarih de bizatihi bir sanat eseridir. Bir “inşa”dır ve son derece “şiirsel”dir. Onu, kapalı olmasa bile yekpâre bir eser gibi düşünmek, onunla girilecek ilişkinin şeklini belirler. Orada yalnızca kendini temsil eden çeşitli seslerden oluşan bir senfoni vardır ve bu senfoninin sağlayacağı yarar bizi ilgilendirmemelidir. O, kendini zaten sunar ve sesi en az bizim sesimiz kadar duyulabilirdir, savunulmaya gereksinimi yoktur. Bizim sesimizse onlardan biri olmadığı sürece, bütün eşitler gibi sert sert bakışarak el sıkışırız.

ve bellek

Bütün bir geçmişi bir kişinin tüm ayrıntısıyla bilmesi mümkün değilken bellekten nasıl söz edebiliriz. Bu noktada, bu bilmenin akılların birleşmesi denebilecek bileşik bir akılla çözülmesi gerektiğini düşünüyorum: Tüm bilimler nasıl muhteşem bir telâhuk-ı efkâr yoluyla gelişerek nesillerden nesillere aktarılıyorsa, tarih bilinciyle donanmış bilgi bir moment içinde birleşerek merkezde toplanmalıdır. Bundan dolayı şair bireyin, gelenekle ilişkisi değil, kuşakların ve toplumların gelenekle ilişkisi söz konusu edilmelidir. Toplumsal bellek, bunun için çok önem arz ediyor. Bellek, insanın ve toplumların intikam almasını sağlayan bir şeydir. Bugün Orta Doğuya kan kusturan milletin belleği en güçlü millet olduğunu söyleyebiliriz. Kim olduğunu anımsamak sadece bellekle olabilir. Doğru sözcükleri hatırlamazsan kapılar açılmaz. Ölmenin en acı tarafı, insanlar tarafından bir süre sonra unutulacak olmaktır ve asıl ölüm sizi anımsayan son kişi öldüğünde vuku bulur. Şair, belki de bunun için “ölümün iğrenç bir şekilde yok etme gücüne sinirlenmez, ama kendi özel dokunma gücüne güvenerek, her şeyi uzayıp giden yün ipliklere dönüştürür.” (René Char) Bu sihirli uçlar aracılığıyla insanlık bir yere bağlanır; bu, gelecek midir başka bir yer midir Tanrı bilir, ama oraya gitmenin tek yolu budur.

Diğer Yazıları