Ayakta duruyor Defne. Beyaz pantolon var üzerinde. Ben oturuyorum. Küçük valizim ilk basımlarına ulaştığım eski şiir kitapları ile dolu, ayaklarımın arasında. Çamaşırlar, havlular arasından bulup bulamayacağımı bilmediğim için kalabalıkta açmaya cesaret edemiyorum. Ona kitaplardan birini vermeyi istiyordum. Şiir sever Defne. Daha çok şiirle süsler pürüzsüz hayatını. Basit acılara şiirle görkem katmayı sever.
Birkaç saniye sonra araç duracak, kapı açılacak, Defne inecek, benim birkaç durağım daha var. Kaygısızca oturuyorum. Vagonun hafif ışıkları altında yüzünün yansıması karşı camda çok güzel görünüyor. Defne’ye bakıyorum, bir elini hafifçe kaldırıp son selamı verip son bakışı fırlatacak bana. Yüzümün anısını yanına alıp gidecek. Vedalaşma bahanesi ile bile yüzüme yüzüyle temas etmeyişini veya elimi sıkmayışını hiçbir hücrem anlayamıyor. Demek ki diye yorumluyorum, birer görsel imgenin perdeye düşmesi gibi düşünüyor, gölge oyunu sahnesi türünde. Gözünde ziplenmiş bir Defne.
Şimdi kirpikleri yanıyor ateşten.
“-Zihnine girip bütün nöronlarını yakasım var” dediğini, son bakışmayla birlikte hatırlıyorum.
Buluşmalarımızın her biri için söyleyebileceğim şey bir karşılaşma olmasıdır. Biz hiç özellikle bir araya gelmedik. Bunu yaptığımız an birbirimize sunacağımızın hiç olmasından mı korkuyorduk? Bilmiyorum. Ama her karşılaşmamız müthiş hızla akan, kendi konusu ve hızı olan, bir bahanesi olduğu için orda olabildiğim, doğallığı bozulmadan tekrarı olması için birçok şeyi verebileceğim anlardı. Defne doğrudan bana bakmıyor, ama hani gözle olmayan o bakışın bana kitlendiğini biliyorum. Defne’nin kadınlığını bulup çıkaracağım uzun bir tünel tahayyül ediyorum.
“-Sen İstanbul gibisin” demişti, bana erkekliğimi aşan bir genişliği ona tattırdığımı anlamam için. Onun için de gösterge çarpışmaları haline gelen bu konuşmalar bir Dante cehennemi, bir Odysseus yolculuğu, insanlığın birikiminin gelip dayandığı ilkel haldir. Doğrudan cinsel bir konuşma yapabildiğimizde bile kontrolü elden bırakmayan Defne, insanlık olarak her şeyin sonuna geldiğimizi biliyor. Onun hep yaşattığı eskataloji içinde oyuna kendini bırakmaktan başka çare yok. Oyun oynuyor, hep online, aç kalmayacak kadar çalışmaktan yana. Detaylı bir öte dünya tasarımı yok belki, fakat dünyevi etiketlerin ötesinde kurabilmiş kendisini. Defne’yle bir öpüşmeye başlasak tüm insanlık birbiriyle öpüşmüş olacak. Hissettiğim şey bu. Üstümüzdeki bu ağırlık, dayandığımız bu nokta bizi yoğun parçacıklar haline getirdiği için, hep ayığız, bedenlerimizi hissedemiyoruz. Defne benim erkekliğimi görmeyi istiyor, ben basitçe onunla ne yapacağımı bile bilemiyorum. Görmek isteyen bir çift göz olarak, kendini hep bakış öznesi olarak sunuyor bana. Hazzı öteleyecek olan bu durumdan, aygıtların arkasından birbirimize bakışımızı çok tehlikeli buluyorum. Tüketici, kırıcı olacağını zannediyorum. Alelade bir zevki, tam da alelade olduğu için zevkli olacak o şeyi hiç bilemeyecek olmamız ne kötü!
Onu malzemeye dönüştürecek bu olası bakışa bedenini sunduğunda bulunduğu odada yalnız olacak ve dokunuşu hayal edeceğiz. Onun hiyerogliflerini sevişirken çözebileceğimi biliyorum, dokunduğum her noktası bana cevap verecek, fakat bakış olarak kurguladığında o kendini, benden korunabilecek. Savunmasız ortada durduğunda ise, gözümle onu yorumlamaktan kendimi alamayacağım. Bunu anlıyor. Hazzın içinde dağılıp dursa bile, benim katılımsız halim yorumumu görmediği o anlarda kafasını kurcalayacak: Ne düşünüyor?
Defne bir yarı-tanrıça gibi karşımda, onu tanımlayamadığım bir şekilde seviyorum. Ama aynı anda hiç olmuyoruz, ben ordayken onu korunaklı buluyorum, ayrıldığım anda hep bana düşüncesi ile eşlik ediyor. Kafası kafamın yanında hep. Defne ve ben bedenlerini terk etmiş, aradaki aygıtlar kadar bedenleriyle kalabilen zihinsel organizmalarız.
“-İletişimimiz ölülerin iletişimi gibi Özgür” diyor o.
“-Neden ve nasıl anlamıyorum ama öyle” ve ekliyor “ancak Lazarus kadar ümitsizler bu kadar rahat anlaşabilirler”.
İşte o cümle. Hastalık bulaşmış. Ümit pandemik bir üçüncü dünya hastalığıydı. O kafasıyla geldiği sonda beni buluyor, ben kafamla gidilebilecek her yere gitmiş değilim, ancak yaşlanmanın, yani reel sonun farkındayım ve o sona gelmeden, kafamdan azat olmak istiyorum. Sevişebilseydik anlardık belki hakikaten sonsuzluğun Kierkegaardcı yorumlarına filan gereksinimimiz var mı? Belki de her şey son derece hormonaldi. Yokluyorum kendimi, onu kadın kendimi erkek gibi düşünmemişim hiç. Beynimde onun isteğinin karşı-kodları olmadığı için böyleydi bu. Bendeki istek tek başına yalıtık bir şey olarak "kapalı" idi çünkü. Ondaki arzuyu aklımla biliyordum, ama bunu mesela betimlenmiş bir iştah olarak görmemiş olmam beni hep ayık kaldığım bir sahada tutuyordu. O bakışı biliyorum, onda görmedim hiç. Son ana kadar.
İnmesine bir durak kala beyaz pantolonun tüm muhtevası da gözünün karasına doluşuyor.
O, gözün de bilgisayardan farksız bir aygıt olduğunu biliyor. Dank ediyor kafama birden, o durumda bedenini tümden bir malzeme olarak bana sunmayışı anlamsız bir cimrilik gibi görünüyordu bana, mesela “bir kahve alır mısın” demesi gibi onu ekranda görüntüleyebilmeliydim. Bedeni hiçbir mistik yük taşımayan bir aygıt ve amaçlar doğrultusunda yüceltilebilen, anlam yüklenen şey değil miydi üstelik. Ve memeleri de. “Çok hoş çok anaç görünüyor” dene de bilirdi bir çatala.
Tutuşmuş gözlerinde hepsini dize gelmiş görüyorum o anda.
Güzel bir müzikle biraz uzaklaşabildiğim, ancak sanatta kendine bir vaha yaratabilmiş ümitsiz zihnim, hiçbir mistik çareyle avunamayan kalbim, elle tutulur bedensel varlığım, hayatta bulunan total mutluluğun kimseye yar olmadığını pek iyi biliyor. Bütün perdeleri sımsıkı kapattım Defne’yle. Onu yanıltmayı istemedim hiç: Mutluluk sözcüğünü kullanışım, tanımsız iyilikleri hazları filan kendinde toplayan bir sözcük diye. Yoksa güneş sızmıyor içeri. Somut güneş. Hayat iyi bir program gibi dışımdan akıyor. Onu olmadığı bir kadın olarak hayal etmek haksızlık olurdu. İkimiz de belki cinsiyetsiz boş gösterenlerdik. Belki de gerçek bir son böyle bir şeydi. Etin tadıyla etin tahayyülü arasında milyon km. yol vardı. Defne, o cins kadın, aradaki fraktallarda, beklenmedik şekilde, sonsuzu umuyor olabilir miydi?
“-Sevişirsek geçer mi ki” dedi birden Defne, inmesine saniyeler kalmıştı. Ben saf saf teslim beklerken incelikle ateş açması! Bozuldum.
“-Sevişmeden de geçer” dedim “geçsinse dileğin”.
Aşk seyyar bir ruh olarak bir bedende konaklarken ardında kalana pek bakmıyordu. Çıktığı beden çöpü boylarken son bakış düşünsel bir efsane olmayı sürdürüyordu. Füniküler son bakışmamızın mezarı olurken biz entelektüel rolümüzün içinde kaskatı, toyluğumuzdaki düşüncesiz atılışlarımızın özlemine mahkûm edildik.
“-Hiçbir zaman cahil kuaför kızın aldığı tada dönemeyeceksin hanımefendi, oraya dönülmez” dedim zalimce.
Hesaplı darbesine karşılık beklemiyordu, kirpiklerini bile kaldırmadı bu kez, indi ve rahvan adımlarla yürüyen merdivene yöneldi.