Menu
ZAN - KOLLEKTİF BİR RÜYA GÖSTERENİ OLARAK GÖKİNCİ
Deneme/İnceleme/Eleştiri • ZAN - KOLLEKTİF BİR RÜYA GÖSTERENİ OLARAK GÖKİNCİ

ZAN - KOLLEKTİF BİR RÜYA GÖSTERENİ OLARAK GÖKİNCİ

Bazen bir kelime, bir cümle bütün bir eserin kıvılcımını ve nüvesini içinde barındırır. Kendi varlığı saklı bir biçimde eserin her bir bölümünü mayalar da biz farkına varırız yahut varmayız. Zan’ın bir bölümünde karşımıza çıkıveren şu, “Bir rüyayı kaç kişi görebilir? Ya da bir gece ne kadar uzun olabilir? Söylenemeyen, sevilemeyen, kızılamayan ne varsa zihnin içinde simgelere mi dönüşür?” cümlesi bu nitelikte olup romanın dölleyeni gibidir.

Kitap, ilk sayfada romansın ta kendisinin kapısını okura açar. Bir batıl inanışın nesnesi olan “Gökinci”, dölsüzlüye mahkûm edilmiş, adeta lanetlenmiş köyün yazgısını değiştirmek üzere köyün en güzel kızı Hüsne’nin bedenine yerleşecektir. Belki de bundan evvel, talihsiz Hurafe’nin yuttuğu incidir bu inci.

Romanın büyük bir bölümü Hüsne’nin gadre uğramışlığı ve neticede köydeki (Köyün adı Dilcefa’dır) herkese ve her şeye yabancılaşması üzerinden yürür. Güzel ve talihsiz Hüsne biriktirdiği acı deneyimleri, yalnızlığını ve çaresizliğini sonunda bir incide somutlaştırır ve inciyle birlikte bu kederleri yutmak ister. Elbette, bu kederler şimdi sığınılan bir limana dönüşür: Gökinci’ye.

Hüsne’nin artık karnında günbegün gelişip biçimlenen “Gökinci”ye yaslanması, onun varlığında kendini dışarıdan soyutlaması bir rüya atmosferinde verilir. Rüyasında eteğinden dökülen domatesler, romanın sonuna dek kendini açık edecek bir parçalanmanın, yok oluşun göstergesi gibidir. Roman boyunca resmedilen öteki rüyalar da bu çözülmeye ışık tutacak cinstendir ve düşsel bir köyde olacakların alegorisi olmaktan öte bir anlamı içinde barındırır; gerçekliğin yabansı karakterinin suyunda yitip giden asıl gerçekleri, sadelikle, basitlikle çoğalan doğaya uygun hayatları, güzellikleri, anlamı, nostaljiyi elbette. Yasemin Karahüseyin “Zan” da sabırla, telaşa kapılmaksızın nakış nakış yaşanması önerilen sıcacık hayatlarımızın, modern insanın kıstırılmışlığında yitirilmemesini teklif eder. Doğanın intikamı yakındır zira. İnsanlar doğayı hayatlarından öylesine çıkarmışlardır ki “Sır Ormanı” erginleşmenin olduğu kadar korkunun ve kaybolmanın simgesidir.

Karahüseyin, ilk romanı “Âdemin Kanadı”nda fantastik bir dil geliştirmişti. Bu romanda ayağı yere sağlam basan bir kurguyu bir üst kurguyla yeniden dizayn etmenin doyumsuz tadını okura sunmakla ne denli iyi bir yapı kurduğunu karakterleriyle yüzleştiği ikinci ana bölümde genişçe açımlar. Bu böyle olmak zorundadır. Her ne kadar romanın merkezinde bir mucizenin günbegün gelişmesi, mekânın dışında bir köyde yatsa da biçem temeline kadar gerçek acıların tanımlanmasından alır gücünü. Nitekim yazarın kendi ifadesiyle romanın kahramanları onun acılarından süzülmüş bireyselliklerdir. Karahüseyin, bunu açıkça, 2. Bölümde ifade etmektedir. Kahramanlarıyla yüzleşe yüzleşe bütünlenen bir yazar vardır karşımızda. Mucizelerin gerçek olması için acele etmemeyi önerecek kadar ne yaptığını, ne söylediğini bilen bir yazar.



Karahüseyin genç bir kalem. Serüvenci düş gücünü besleyen masalsı bir tarzı benimsiyor romanında. Engin bir deneyimin ve muhayyilenin sınırlarında gezinerek insana dair pek çok duyguyu hayranlık uyandıran doğallıkla billurlaştırıyor. Fıtriliğin, bir bütün olarak insanın doğasının kitabı demekten kendimi alamadığım bu sarsıcı öyküde aşkı boyutlandırıyor, şaşırtıcı biçimde başka kimliklere, renklere bulayıp hüsranla bitiriyor. Romanda neredeyse doğru dürüst bir aşk yaşanmamasına rağmen beklenti dolu iç konuşmaların gücüyle okura doyumsuz bir tat sunuyor. Başarılı bir ilk kitaptan sonra kaleminin iyice kıvama gelmesinin, ilk kitabın etkisini gölgede bırakan ustalığının tadı bu. Kitabın enfes, sinematografik epigramlarla ilerlemesi bu tadı derinleştiriyor.

“Zan” Karahüseyin’in ikinci Romanı ve iki ana bölümden oluşmakta.

zzanBirinci bölümde “Hay”, “Hayret”, “Hikmet” adı altında birbiri içinde genişleyen üç bölüm vardır.

“Hay”, örtük bir biçimde tasvir edilen tecavüz içeriğiyle Hüsne’nin Gökinci’yi yutması arasında bağ kurar. Ve Yahya’nın diriltici karakterinde filizlenmiş aşk bu bağın ortasına manevi düğümünü atar. Böylece beşeri aşkın, tasavvufun içeriklerinde nereye sığdırılacağı Yahya tarafından asla çözülemez bir sırdır. Zaten aşığı diri tutan da bu sırra ermenin zorlu mücadelesidir. Cinsellikten kendisini alması ancak ölüm anında, şeyhin manevi gölgesi altında mümkün olabilecektir. Yahya, sırılsıklam bir âşık olarak ölüme koşar çünkü.

“Hayret” bölümünde romanın birincil karakterlerinden Hüsne’nin korku içindeki varlığında kendine bir yer bulan kara yazgı (Gökinci) eltisi Fadime’nin etrafında bir görüş noktasıyla yeniden biçimlenir. İki kadının belki de eşzamanlı gebeliğinin bir anlamda birbirine eş yazgılarının sancılı öyküsüdür “hayret”. İnci burada gizli bir inancın nesnesi gibi gözükse de Hüseyin’in kaybettiği inci olması ihtimali söz konusu. Bu büyülü taşın aslında araç olduğunu, bir biçimde Hüseyin’in yarımlığının tümleyeni olduğunu sezinliyoruz roman boyunca. Ve derin nefretin içindeki onaylamanın var kılmayı dayattığının virtüel içeriğini, zavallı bir tecavüzcünün bedeninden bir parçanın bir taş da olsa yalıtılamazlığını okuruz. Hüsne Gökinci’yle hayat bulmasa bunları düşünemezdik kuşkusuz.

“Hikmet” bölümü, Hüseyin’in ölüm haberiyle aynı süre içinde doğan Gökinci (bebek Yahya), Hüsne’nin doğum masasında ölümü, kısa bir arayla Fadime’nin intiharıyla derinleşir.

Romanın başka bir koldan, tasavvufla erginleşen yaşamlardan dışlaşmasını yazar, orijinal karakterlerin izini titizlikle sürerek zirveye taşır bu bölümde. Örneğin ormanda arınmış ermiş bir Halil tek başına ne çok şeyi anlatmaktadır. Halil yalnız bir alev, mucize, aşk… Halil ile iki bedende bir can olan dost Zekeriyya ise Halil denli cesur olamamanın derdiyle yana yana ormana yürür. Halil’i ve belki de Halil’in simge bedeninde kendi hakikatini bulmak isteğiyle doludur. “Girdaba benzeyen ormanda yitmeyi ne çok istediğini düşündü Münire. Kaybolmak var olmaktandı” cümlesi Zekeriyya’ya dairdir. Sır Ormanı’nda ve Halil’de olmadığı, onlarda yitmediği için kendini eksik hisseder Zekeriyya. Gelmiş geçmiş tüm âdemoğullarını sırtında taşır gibi bitkin ve ölgündür Zekeriyya. İki başlı yılanı öldüren kendisi değil de Halil olsaydı keşke. Bir dostun dünyasından kaçmak ihanet etmekle eşdeğerdir. Ve Zekeriyya, sevdiği kadının varlığında daima can dostu Halil’i görür. Şimdi bir can, üç parçalı bir beden olmuşlardır.

Ayrıca romanın en etkileyici bölümlerinden birini, Hüsne’nin bebek Yahya’yı doğurması ile ölümü arasındaki o gerilimi gölgede bırakan, Fadime’nin, kucağında bebek Yahya ile geçirdiği bekleme anını belirtmeden geçemeyiz. Aynı yazgıyla kesişen gölgelerle dolu o dar odada (Saklı Oda) gizlenmek zorunda olduğu bölme tüyler ürpertici bir acılı ruhlar çilehanesidir.

Yazgı ortaklığının karanlık yüzü okuru derin bir muhakemeye sürükler bu bölümde. Zaten yazar daha sonra bu ortaklığı şaşırtıcı bir deneyim gücüyle şöyle dillendirecektir: “Çünkü köylülerin yazgıları, şehirdekilerin yazgılarından daha çok bağlıydı birbirine. Bazen bir yazgıyı iki kişinin eş zamanlı yaşadığı ya da bir yazgının diğerini yeniden yazdığı olurdu. Ortaklık ne kadar çoksa yazgı da o kadar çok kesişirdi.”

***

“Bir Romandan Arda Kalan”, 20 bölümden oluşan ikinci ana bölüm. Bu bölümde karakterlerin varlığı, eylemleri alışıldık tarzların dışında bir üst kurmacayla dışlaşıyor. Burada yazar, karakterleriyle derinlemesine bir çekişme, özdeşlik ve benzerlik ilişkisinden ayrıştırma atmosferine girer. Örneğin Ayhanım Kadın’ın merhametsizliğini, sebep ne denli makul olursa olsun affedemez. İzzet’in hayvansı babası Satılmış bu bölümde karşımıza çıkar yazarın iğrenme dolu cümleleriyle, tanımlamalarıyla. Nazar Ana; o her yaralının dayandığı duvar, kırık gemilerin iskelesidir. Kendi kendine sığamayan, kendine yetemeyen bilge kadındır. Korkuların yatıştırıcısı, yaraların onarıcısıdır. Ancak herkesle baş edilecek gibidir de Ayhanım Kadın’la bir türlü baş edilemezdir. Bunu gayet iyi bilir bu güzelim Nazar Ana. Kara yazgıya metanetle sabır gösterir, acı sonu sezinler, dehşet verici sırları içinde tutar. Hüsne’nin umudunu yitirmemesi için yutar bildiklerini. Ve daha neleri, neleri! Çünkü insan değerlidir. Allah’ın verdiği nefes sayısı tükenene dek kimse başına gelecekleri bilmemelidir. Bu zalimcedir. Bilgi ancak mutluluk getirirse söylenmelidir. Muhteşem insandır Nazar Ana. Yazarın gözde karakterlerinden biri, benim en sevdiğim karakterlerden biridir.

Sonra, Fadime’nin yazarın mutfağında bir cezvede kahve pişirirken sessizce demlediği hüzün, ağır konuşma bölümü müthiştir. Fadime mahveder, şoke eder insanı hüznüyle. Hüsne ve Hüseyin’in eşlik ettiği bölümler keza… Hüsne de Hüseyin de sırf yaradır. İnsanlık yarasıdırlar. Âdemoğlunun kanırtmaya doymadığı iki acı gül. Birbirine götürülemeyecek denli zıt kokular ve renkleri olan fakat zalimce bir planın neticesi olarak birbirini bulan iki kurban.

Üst kurmaca tekniğini bu şekilde kullanarak yazar, okurdan ziyade roman karakterlerinin gerçeklik algısını zayıflatmak ve postmodernizmin parçalı/göreceli gerçeklik anlayışını romanın genel havasından çıkarmak ister. Romanda yer alan bireyselliklerin öylesine canlı, doyumsuz bir geriye dönüşleridir, gizlerini ifşa edişleridir ki bu bölüm, Karahüseyin dildeki zarafet ve sadeliğin has bahçesinde gezinmektedir. Çilesi çekilmiş insancıl ironi, ekininin tohumlarını yine insandan alır. Dilcefa’da, küçücük bir köyde yaşayan insanların yazgılarından. Kader ortaklıklarından, İnsanı dehşete düşüren birbirine benzeyişleri ve yok oluşlarından. Birer birer ölüp tükenen, sanki kimsecikler kalmamış, hepsi intihar etmiş dedirten “Derin Kuyu” müntehirlerinden. Ve derinlikli tasvirlerle inşa ettiği “Sır Ormanı”ndan. Yeri gelmişken, “Sır Ormanı” ehil kimselerin olgunlaşma, oluş uzamıdır. Bir metafor olarak çığlıktır. Ehil olanları içinde tutup eriterek arındıran, bambaşka olgunluk düzeyiyle yeniden var eden bir rahim işlevi görür.

Karakter ve atmosfer oluşturmada kusursuz denebilecek denli başarılıdır, ayrıntıcıdır Karahüseyin.

Yasemin Karahüseyin, Şule Yayınları arasından çıkan kitabı “Zan” la derin bir kırgınlığın, yabancılaşmanın hatta parçalanmanın içine sürüklemektedir okurunu. Romanın kurşuni bir kasırganın içten içe okuru sarstığı, içine hapsettiği bir atmosferde sıcak kadınsı bir duygunun titreyişlerini hissettirerek başlaması ve bu minvalde varoluşunu sürdürmesinin tesadüf olmadığı aşikârdır.

Yasemin Karahüseyin’in beş sene boyunca bir romanın ağırlığını taşımanın karşılığı olan şu manidar cümleleriyle yazıyı nihayete erdirelim: “İçimde dikey bir şey var, gırtlağımı içten içe oyan sivri bir şey. Bazen kaleme, bazen keskiye, bazen iğneye, bazen tırnağa, bazen ince bir harfe benzeyen, sarhoş eden eril bir acı.”

(KARABATAK DERGİSİ, OCAK/ŞUBAT 2015)