Bir sonbahar yolculuğundayım. Mekânsal alışkanlıkların ötesinde ürpertiler yayan nemli yolu yürüyorum evrenin herhangi bir zaman diliminde varolmuş, halkalanmış sonra bir esrimeyle gövdeden kopmuş, incelmiş damarlar ağıyla uçlarda salınıp duran o bahçeye doğru. Tepemde bir parça dalgalı, altın renginde çul gibi bulutlar açılıyor; çocuksu kükreyişlerle yanarak başımı döndürüyor bulutlar, alev çiçekleri dipsizlikten fışkırıyor, birkaç saniye gözlerimi kapıyorum. Kızıllığın an be an koyu mavi liflerde emilip leylak rengine bürünmesini içimde tutuyorum. Bir çekilmişlik hissi.
Hâlâ dökülmekte olan ölü yapraklarla sarılmışım. Gazellerin içinden geçmem gerekiyor bazen; ayak bileğimden dizlerime yükseliyor, bacaklarıma sürünerek birkaç adım sonra terk ediyorlar. Tepelerin arasında kayıp giden vadide biri bitince öbürü uç veren meyve bahçeleri kahverengi, yeşil, sarı ve kırmızının vahşi uyumuyla çalkanıyor.
Bahçeye vardığımda ortalık adamakıllı ağardı ve bir müddet sonra kızıllık, gökyüzünce yutuldu.
Gün ışığı yaprakların arasından dökülmeye başlarken toprak yoldan iç kısımlara, dereye uzanıyorum. Burada yüksek bir sırtta kesik ağaç kütüğüne oturdum. Önümdeki ufak çaplı kanyonda söğütlerin gövdelerini ve içine çektiği, yavaş hareketlerle eğilip doğrulan dallarını minik vuruşlarla döverek durmadan uzaklaştı su, eski yaşantılardan kalma kesintisiz bir şarkı mırıldanarak vadiyi ikiye bölen kıyılarında paramparça koylar, damarlar, gözler, kumların altından yan dereciklerle burgaçlar oluşturup bir o dala bir öteki dala konan serçeyi hüzne boğarak ve serçe, bir dalı kavrayan pençelerini arada sırada gevşetip kaydırarak sonra bükerek acıyla öterken. Suyun iki yakasında tepeliklere uzanan elma ağaçları; dalları sık, kırmızı meyvelerinin başlarını yere indirmesi yüzünden sarkmış. Kimi yerlerde kırılmış gibi bükülüp ağır, çayırlara yatmışlar. Püskülleri çukuruna kaçmış kiminin. Başını kaldırıp çakımın kör ucuyla birisinin püskülünü salıyorum dışarı, mutlu bir devinimle sağındaki ve solundaki yumrulara çarpıyor. Tatlı sulu meyveler, serçelerin saldırısına ansızın maruz kalmanın ürpertisini yayıyor. Kelleşmekten, en az birkaç serçenin çullanmasıyla etlerinin oyulup sularının etrafa savrulması kadar korkuyorlar. Evvelce saldırıya uğramış olanlarının ki çoğunluğun bulunduğu şıkır şıkır meyve yüklü dallarda değil, tek başına, yaprağı dökülmüş aralık bir yerde duruyorlar; oyuk kısımları kuru, kremden kızıla çalan bir renge bürünmüş, hafif dokunuşumla dalından düşüveriyor. Suyun şırıltısı yukarı çıkıldıkça duyulmaz olup artık elmalıkta meleksi haykırışlar baş gösteriyor; ağaçların en tepesinden art arda koparak yuvarlananlar pıt pıt dallardan zıplayıp başıma, ayaklarıma, omzuma değiyor ne kadar başımı sakınsam gövdemi kayan bir bulutmuşçasına esnek, meyilli tutsam bile. Bir melek havada pırlayıp kulağıma, ne çocuksu bir şeysin sen diye fısıldıyor ve düşüyor. Gövdesi yaralanmış. Öpüyor, sepetime koyuyorum. Bütün dökülenleri bir bir topluyorum sonra. Kulağıma sepetten içli mırıltılar çalınıyor.
Uzaktan, vadinin hayaletimsi diplerinden yayılan çatırtıya kulak kesiliyorum. Eski, tanıdık bir sam yeli ıslığını çalarak, bir şeyleri haşat ede ede içimde dolaşıyor, koyu yeşil tabakanın ardından etrafı seyreden, evrenin ilk hâlini ararken gözlerini zifiri boşluğun azametiyle sımsıkı yuman bir kızın zamanında kayboluyorum. Bahçe birden çatırdayarak koptu; uçucu bir şeymiş gibi yanımdan geçiyor beni görmeden, bir otmuşum gibi ayaklarıma sürünerek gölge gibi. Pırıltılı gözlerini boyuna ufukta gezindirip otların içinden ezgili bir edayla yürüyor incecik solgun yüzü, düz kumral saçları ve zayıf ayaklarıyla o kız, ellerini ovuşturup nefesiyle ısıtmaya çalışarak turunçlaşmış büzüşmüş ellerini, çiyli yapraklara sürünmemeye, yumru öbeklerinden, yüklü dallardan uzak durmaya uğraşarak adımlarını olabildiğince hızlandırmış, tepenin eteğindeki kır evine yol alıyor olmalı. Annesi orada, o gittiği yerde giysisi kır çöreği kokan, gözleriyle onu kucaklayıp sofraya oturtan ve bal renginde kokulu bir çayı önüne koyarak sofranın ucunu dizlerine çekip saçlarını okşayan annesi, seni kim küstürdü sualini sorup yanıt beklemeden, bir ışıktan ağızla yanağını öpen. Yüreğinin büyüdüğünü, aklının çeperlere vura vura saçaklanıp genişlediğini artık düş ve gerçeği ayırt edebilmesinden kavrayabilmişti; ah! O çok sevdiği misafirin gözlerinde biçilmiş bir gurbetin tütmesiydi İstanbul adının çiy damlaları hâlinde bacaklarına yapıştığı, elinin ayağının buz kestiği o sabah. Suyun tohumlaşıp varlığına serpilişini özdeşlik çevriminde görmesi, buğdayın annesinde oluşmasıydı. Utangaçlığını bir atsa, atabilse üstünden şurada, sofranın öbür ucundaki genç hanım misafirin önünde safça duran şeker kabına bir uzanabilse dünya kadar genişleyecekti.
Ah o misafir… Tülay Ablamız. Bütün çocukların, portakalın ve narın da ablası. Haftada bir gün muhakkak şehre uzanan, pullu işlemeli kış çantasından bir sürü portakalla bir nar çıkarıp sunan, püsküllerimi-dolaşık saçlarım onun sosyete gözünde püsküldü- parmaklarıyla tarayan. Cana yakınlığı, zarafetini nasıl da aşmış, varlığımın kuytularına sokulmuştu güzelliği. Bir gün evimizdeydi kahvaltı yapıyorduk. Nasılsa dalgındı ve çayıma şeker koymamıştı. Kardeşlerimden kimisi de vardı sofrada ve işte şekerlik bana uzanmıyordu bir türlü. Hâlbuki o pek öyle dalıp gitmezdi. Şu buğulu, sabit bakışlı moda âşıklardan değildi. Az çok mutlu kıpırdanışlar geçirdiği belliydi. Bir ânına girebilmiştim iç çekişlerinin; çatallı tren yolu evimizden geçiyordu, gözlerimin önünden gıcırdayarak, hoyrat sarsıntılarla kayıp giden trenin camından el sallıyor ve ben bakmıyordum o tarafa. Aynı şeyleri görüyor olmamız ne tuhaf. İstanbul’a gelin gideceği doğruydu işte. Şeker kabına uzanamadım. Utandım kolumu uzatmaktan ve ipliğimi saramadım. Rahatsız ağlar düzeninde boyuna sökülen bir makara gibi tıngır mıngır yuvarlanıyordum. Kayıptım. Onu bizden alıp götürecek kara, diken diken patika yolda, hafif ökçeli ayakkabılarının, zamanı kolluyormuşçasına acımasız, kapıda hınzırca duruşunda batmış olmalıyım. O unutunca her hareket beni utandırıyor; kolumu oynatıp sahip olmam gereken o şeye, adı şeker olan uçuruma uzanamıyorum. Eriyorum utanmaktan. Tülay Abla’mın görünmez tomurcuklarla çevrilen bütün kutsal şeyler gibi dalgalı sesinde, az sonra pencereden içeri atılan düğüm düğüm ışığın parmaklarında, boynunda oynaşması, odaya bir genişlik, yumuşaklık getirmesi, güneşin işte boynunu ve şeker kabını böyle keserken konuşmasında o gün bir başkalık gizliydi.
O kız olabildiğince hızlı adımlarla uzaklaştı, titreyip kayboldu bu kırklı yaşların ipliğini kabartarak, suyun çıkrığında yarılıp bükülerek, tümleşip ayrılarak akıp gitti. Çocuk cıvıltıları patlayıp söndü. Koyunlar meledi, çan seslerini ağaçların ötesine sürerek kayboldular.
Haykırışlar sessiz bir boyun eğişe döndü ağaçların uç kısımlarında sarı beneklerini gerince güneş. Rüzgâr ansızın karmakarışık, öfkeli eserek; doğu ve batı kanadını birbirinden ayıran toprak yolda, yukarıdaki tepelerden inen kumları kabartarak bahçenin havasına kattı. Dört rüzgârın arasında bir kelebek bulutu dereye uçtu, görülmemiş telaşla beyaz benekleri olan pembe, yeşil, krem renginde kelebekleri bırakıverdi rüzgâr. Vadinin diplerine sızdı kimi, kimi suya atıldı kelebeklerin. Şimdi göz pınarımda tortulaşan bir hissizlik… Kelebekler… Kelebekler bir yere tutunmadı. Ağaçlar kapandı gökyüzüne. Ölüm var burasında aniden yürümeye başlayan bir bebek kadar sinsi, doğru dürüst tecrübe biriktirip yüreğimizden bir hava tüttürmek zamanında bile göze alınması gereken. Buruklaştı su, meyveler kükremeyi kesti. Bir şey vardı halkadan çıkan, orada bekleyen sivri uçlu bir kayalık vardı morlaşmış sivri ağzıyla çocukluk fikrimin ince gülünü yoklayıp biçimsizce kopartan. Issızlık, kopma... Ancak ara sıra dökülürken kıpırdayan dalların, gövdelerin sert gri kahverengi damarları ve girintili çıkıntılı kabuklarıyla tekdüzeliğinin, madde olmanın ötesine geçemeyen odunsu karakterini kırıp kanlı, ürperen hayatıma kattım, kadifemsi bir dalga olup sertlikten uzak mı uzak aldım geriye ışığımı. Benimin kırık kolunu sarhoşlukla döndürdüm. Her an yeniden yaratılan ama hep aynı ben olan varlık ipleri aklıma sarılıyor; eflatundan kurşun rengine, yeşilin tonlarından mora ve pembeye çalan yumak irileşip yumuşadıkça halkaları ıssızlığı, yokluğu nasıl da dövüyor, dipsiz siyahın içinde eriyor yumak.
Bahçeye su taşıyan bir göl vardı burada, doğu yönündeki kavaklığın ucunda. İğdeler vardı göle değin sıra sıra dizilmiş, doygun bir parlayışla salınan. Tek tük yaban iğdeleri var bugün. Yas içindeler. Dökülmeye mahkûm parmaklarını ve sonra öteki yaprakları rahminden çıkartıp güneşte yıkıyor aşıp gitmek, altın iğnelerini kızıl, mor kuşağına batırıp kaybolmak tutkusuna doğru güneşin. Şimdiki vaktin, bu altın sabahın dirliğine yetişememiş bir masalda bazı bazı ortaya çıkan düşmanın yokoluşuydu göl, gri toprak kenarlarını kuruluk almamıştı. Kıyısındaki dev kavaktan eser yok, güdük bir köke kaçmış. Devimizin hayaleti mızrak yaralarıyla paramparça, kanı akmış, çehresi silinmiş hâlde gölün çamurlu sularına düşüyor. Kavağımıza şiirsel birkaç imgenin dışında kalarak bakmayı becerebilseydim daha anlaşılır bir anlatım kendiliğinden düşecekti, iç taraflarda ve karşıda kuzey yamaçta kiraz ağaçları kanıma girmeseydi.
İpince tüylerini kabartmış, havalanmak üzere kanat çırpan kuşları andırıyor yapraklar, gözlerimi yakan bir kırmızılık dalgalanırken öldürücü perilerin vadide oradan oraya uçuşunu duyuyorum. Sonsuz duraklamalar, kırılmalar var toprağın üstünde diyorum, şimdi yeryüzü bu vadide anlamını arıyordur bir koyu andıran mırıltılı rüzgârında demirlemiştir, varlığımı hissetmeyecek ölçüde kayboldum kızıllığınızda diyorum, bir ürperiş ve dalgalanmayla yanıt veriyorlar. Boyalarını katıp ebemkuşağı çiziyorlar.
Tepede, bahçenin bitimine yakın armut ağaçları vardı biri bu tepede, öbürü bu tepenin ucundaki kavaklıkta. Şimdi dibinde durduğum öbüründen geç olgunlaşır ve koyu yeşil yumruları olurdu. Sırtımı dayayıp kendimi damarlarının ateşine bıraktım. Köklerinin sonsuz arayışına, epey uzakta kalan dereye doğru çağlayıp en nihayet büyük ırmağın yoluna vuruşuna, yayılarak nasıl da insanî bir tecrübeyi kat edişine… İri sulu yumrular sonun başlangıcını duymuş, pek hüzünlü bir dokunuşla birbirlerine yaslanmışlar. Uzlaşılmış bir yarayı kucaklayıp ağacın insanlaşma sancısını çekiyorlar. Şimdi durup dururken iç geçiriyorum, o beni kucaklıyor burukluğumu biliyor mu ki? Gözlerimde kırılıyor sular.
Misafirimiz gitmişti. Çocukluğumun en tatlı kederini, kız kurusu mu olacaksın diye diye anasının zorla İstanbul’a gelin gitmeye razı ettiğini bilmezdim hiç. İstanbul çağırınca artık durulmazmış öyle demişti annem. Hem, İstanbul’a gelin gitmek için kızlar yarış edermiş. Keşke kaybetseydi yarışı demiştim bir defasında. “İkimiz bir fidanın güller açan dalıyız” şarkısını tüttürseydi yine portakalı soyarken. En az şarkıcı Tülay kadar güzel söylerdi benim Tülay Ablam. Artistlik bakımındansa eline su dökemezdi kimse. Taze baharlar gibi işte böyle sandığa gömmüşler de yollamışlar ölüsünü. Annem başka kadınlarla konuşurken duydum. Üç günlük gelinmiş daha. Anası bilmezmiş meğer ona ne çok bağlandığını, ilenmiş gelin gideceği sıra: İnşallah çeyizin geri gelir demişmiş. O geç yaşında(kırk bir yaşındaymış evlendiğinde)gelin gittiğine sevineceğine beddualar ediyormuş anası. Şimdi rüzgâr çiçek özlü kokularını getiriyor. Anlıyorum, buradan çıkmalıyım.
Kuzey ve güney yamacı bölen yolun kıyısında gül ağaçları vardı pembenin her tonunu açar vahşi bir koku yayardı çevresine, oradayım. Ellerimi eskiden köklerini saldığı şimdi kuru otlar ve yonca bitmiş yerlere sürüyorum. Gül ağaçlarımız kurumuş muydu yoksa kesilmiş mi kuzeyi ve güney elmalığı ayıran toprak yolun tam kenarında, kuzeyde, eminim burda yaşıyordu. Tel tel dökülmüş zayıf kollarının üstünde kenardan hafif sarkık, ortalarda güçlü dallarla örülü bir bağ, bal arılarının ışığı, yaşamlarının özsuyunu biriktirip minicik burunlarında pembe, sarı tozlarla kalktığı bir aşk ağacıydı. Günler günleri kovalarken şimdideki geçmiş alıyor benimi. Güzelin esrarlı bir kokuda varlık bulması nasıldır dedim, tam burasında çıkıştı tak tak oradaki kavağın kabuğuna vuran bir bülbül; bireydi, tekti birörneklik yalnızca şüphe edilmesi gerekli kesif burgaç olmalıydı. Belki de bir bülbül, öteki bütün bülbüllerden daha gerçekti yalnızken. Bazen bir ağaç koskoca ormanmış, orman bir ağaç; bir bülbül bütün ötekiler, ötekiler birmiş ve ölürler, öleceğini anlayınca ipeksi burgacın içine dalar, öpermişler boğulurcasına hayatı ama hiçbiri diğerinin yüreğindeki kanı bilmezmiş… Titredi dikenlerini elime batırarak ağaç, bunları söylemek istiyordu sanki dert anlatmanın nasıl zor olduğunu bilmeden, benim bu bozuk, uçarı, böyle kırıntılar hâlinde anlatmayı becerebildiğim şeyi elmastan burgulu bir ağızla havada savurarak, uçurumdan süzülen bir kartaldan farksız. Günler günleri çağırırken geçmişteki şimdide bal arıları kaçışıp ardından tekrar kondu taç yapraklarına, anaç ezgisini kavağın tepesinden mor bulutlara sürerken gül ağacı. Ve benim zamanım kalmadı. Gül ağaçlarımız yok sayılır. Tamamen kurumuş. Yerinde kuru otlar, dikenler bitmiş. Zamanım hiç yok zaten, hemen dereye dönmeli ve son bir defa beş on dakikacık suyu dinlemeliyim. Çoktan kalkmış olmalılar; çiftlikten duman tütüyor. Az sonra varıyorum. Muraaat! diye sesleniyorum. Murat hemen geliyorum! Şimdi buradayım az sonra orada eskiden çok eskiden kalma bu bahçeden şimdiye sıçramam gerekecek. Geçmişteki şimdiden ses yankılanıyor hala! Halacığım çay demlendi! Közün üstündeki çaydanlıktan buhar fışkırıyor. Sekiden domates ve biber koparmış olmalı. Buğday, çöreğin içinden havaya karışıyor. Kollarıma dolanıyor başaklar. Ekmeği ısıtıyordur şimdi Murat. Halacığıyla ekmeğini bölüşecek. Bir şey bağlanıp bir şey çözülecek. Bir bakıma ben de öyle. Onunla çay içmek için bölünmem gerekti üstelik. Şimdideki geçmişten suyun akışını son kerecik dinlemeli, yağmura yakalanmalı, koynuma uzayıp giden billur taçlı suların imgesini doldurmalıyım. Işık atlasını, sonra bulutlar, gölgeler… Kuşların ipek damarlı, uçarı, keskin bakışlarını, serçelerin sımsıcak kanatlarının altında ağaçların, yumruların varlık döngüsünün… Birden yıkılıyor her şey, ben... Canım... işte geliyorum şimdi oradayım. Eskiden buradayım. Kopuk kopuk çıkıyor sesim: T a m a m ta ma m tamam tam M u r a a a t tabii gelmeliyim ama burada zaman dışı bir kız var acı çeken, onu çağırıyor ağaçlar; durmalı, geriye dönüp mutlaka bulmalı bulmalı bir daha aramalı şu sularda bir burukluk, çekilme ve zamansalı aşıp korkusuzca, kanın ürperişi gibi kanat tüylerinde yayılan şeyi. Dipsizlikte büyüyor. Tırmalayıcı bakışları yok, içine döndürüyor. Zamanı yitirdim ben. Güz ağacı böyle işte, dalları vadiyi bir uçtan öteki uca sarıyor.