“yolların yaprağa
yaprağın yollara
dönüştüğü zaman”
hilmi yavuz
TCDD taşımacılık, iç âlemimizde devirler açıp devirler kapatarak ilerliyordu. Zaman, sanki içimizde dönen bir tekerlek. O döndükçe sonsuzluğun rengi, huzurun rengine, huzurun rengi, uzanıp alıvereceğimiz göğün pamuk şekerlerine, onlar da bitişlerin tenine dokunarak sür’atle ilerliyorduk. Eylemlerimiz eylemsizliğe, eylemsizliğimiz eyleme dönüşerek…
Tablolarda direnen yahut sararmış fotoğraflarda sessiz sedasız kalan, önüne marul, maydanoz dikili evler; film şeridi gibi sefer eyliyordu gözlerimizin enginliğinde. Güneş enerjisi panelini, başına miğfer gibi geçirmiş, tenhalığı iliklerine değin yaşayan, “yıldızla gülün gidip geldiği” bu eski evler… Bu masûmiyetin, samimiliğin, cana yakınlığın timsâli, çatısı gibi gönlü alçak, penceresi küçürek, kiremitlerinin rengi atmış evler insana apayrı bir yaşamın varlığını nümâyan ediyordu. Toplu konutun, dikey büyümenin, rezidansın, apartmanın, plazanın ve gökdelenin var olmadığı bir hayatın güvencesiyle... Zaman sanki o lahza durmuştu, gâipten bir el sanki o ânı dondurmuştu. Her şey bu hızlı tren yolculuğundan ibâretti gûyâ. Dere kenarında, bağ dibinde, dibek önünde, o mini mini, kireç kokulu, merdivensiz evler… Belki de akşamların şiir gibi yaşandığı bu evler… Gelip deli köşeme bağdaş kurmuş, bitimsiz bir masalı yaşatıyordu.
“Götürün beni, yollar! ...”
Sanki yaşadığımız büyülü bir andı. Çıplak boz tepeleri geçtikten sonra çamların, bodur ağaçların süslediği su yeşili vâdîler, göz açıp kapayınca ânîden koca bir elektrik direğine çarpıyordu. Henüz biçilmiş çayırlarda tek tek selviler, bir anda bir fabrikanın dumanına karışıyordu. Alabildiğine uzanan dümdüz ovaların tam ortasında, mavi kuş gibi tünemiş gıcır bir minibüs beliriyor, hemen harman yerinde bir biçerdöverin tozuna bırakıyordu varlığını. Sıra sıra dizilmiş, elini göğe vermiş söğütler, suyun berrak aynasında kendini seyreden salkım söğütlere tepeden bakıyordu. Ve salkım söğütler… Salkım söğütlerdi, Nazım’dan bir ses, bir tını getiren:
“Akıyordu su
gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.
Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını!”
Evet, zaman kristal bir su damlası gibi donmuştu. O kristallikte, her ân bir iş ve cilvedeydi zaman. Her şey yeniden soluk alıyor, her şey sislerimizden yeni bir hevesle serserice geçiyordu. Bakakalmış bir traktör, bizi durağanlığına çekmeden, hayat veren, kıvrıla kıvrıla nümâyişsiz akan, başını taştan taşa çarpan bir derenin serzenişine götürüyordu; dere tüm saflığıyla bir köye.
“Ey yollarım benim ve o yolların ahengi”
Tepelerin, ovaların, tarlaların sonsuz özgürlüğü, etrâfı bahçeli hânelerle mahdût bir minâreye bırakıyordu kendini, evet apansız. Göğün doruklarına yeşil kılıcını çekmiş bir çam, dibinde usulca yumulmuş derme çatma bir meskene göz kulak mı oluyordu yoksa? Yoksa yol kıvrımında birdenbire önümüzü kesen katar, haraç için mi iteliyordu bizi, ters istikâmete doğru?
Geçerken sere serpe ovalardan, durmadan hiç durmadan cevelân eden tahıl ambarı tarlalar; süklüm büklüm bodur çalıların tahtına kurulduğu tepelere ve uğultulu sarı sarı çayırlara değdiriyordu, sırça dallarımızı. Hemen ardından kırmızı soğan çuvallarının tek ü tek, âhenkli ve ritmik dizildiği sanatsal bir tabloya… Ruhûmuzun derinliği, uçsuz bucaksız bir boşluğun amansız çarkını çevirirken, kalp ağrısını alıp ansızın şen şakrak bir mesîre alanına salıyordu.
Yolculuk ey! Devam et, ey bitmeyen hoşluk.
Hangi renk; kına taşını, keven otunu bile barındırmayan, çalısız, bitkisiz hatta dikensiz boz toprakların uyuşukluğunu, ahenksizliğini, ıssızlığını verebilirdi? Ve hangi bulanık akan çay, önümüzde kuru bir manzara açmış kıraç toprağın ölgün bakışını getirebilirdi? Alışkın olmayanın gözleri üşüyordu bozkırda. Yeşil yeşildi sulama tesîsâtının emzirdiği alanlar, sarı sarıydı tepeler… Göğün dingin yüzü mavi mavi... Aslında yeşil Tanpınar şiirlerine, sarı Van Gogh tablolarına, mavi ise Yakupoğlu resimlerine en çok yakışan değil miydi? “Beş Şehir” in müellifi her ne kadar yeşili Bursa seyyâhı Andre Gide’e yakıştırmış olsa da…
Teller ve direkler… Tellerine kuşların konmadığı, telgrafın tellerinin kurşunlanmadığı teller ve direkler. Birinden ötekine gerilmiş, mürşidinden el almış bir müridi, belki çocukluğa dair bir imgeyi çağrıştıran, dümdüz, kıvrımsız, desensiz, ıssız patika yolların en büyük şenliği teller ve direkler…
“Telgrafın tellerini kurşunlamalı
Öyle değildi bu türkü bilirim”
Hızlı tren, akıp gidiyordu, ânbeân. TCDD taşımacılık, iyi yolculuklar diliyordu. Eskişehir durağını çoktan geride bırakmıştık. Sapsarı tepelerde çamlar, el ele tutuşmuş horon tepiyordu. Ağaçların sevgisinde dinlenen özel mülkleri ve vızıltılı kovanı andıran çiftlikleri çevreleyen, “peş peşe gelen çitler/içimdesiniz aslında” … Kapanan hava ansızın açılan havaya meylediyordu. Bir câminin kubbesi çığlık çığlığa uçan bir kuşa değiyordu. Gelin misâli ikişer üçer, beşer onar dizilmiş kavaklar birbirine en güzel neşîdelerini yahut içli türkülerini söylüyordu. Bir yol türküsüydü belki de…
“Allı turnam bizim ele varırsan
Şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle”
Deli düzün tam göbeğine kondurulmuş, münzevî yaşama terkedilmiş, zülfiyâre dokunan toplu konutlar… Küme küme, zevksiz, yakışıksız binâlar, şehre yaklaştığımızın haberini salıyordu. Eryaman, beton sîmâsını göstermişti bile.
Meyve ağaçlarının gölgede bıraktığı bahçe içini süsleyen evler; patates, soğan ekili, sâf, temiz alınlı bostanlar; engin ve engebeli bir vâdînin orta yerine postunu sermiş koruluklar, şehrin gri tesîsâtlı alanlarına terk ediyordu yerini.
Gri dev kazanlarıyla bacası sası sası zehir kusan çelik dişli bir fabrika, bizi bu masaldan çekip alıyor, uygarlığın kendi gerçekliğine taşıyordu. Fütürizme rahmet okuyan ve “trrrrum, / trrrrum, / trak tiki tak/ makinalaşmak istiyorum!” diye işleyen asit yüklü kaynar kazanlar, âsûdelikten ayırıp şehrin hançer saplı bağrına iletiyordu bizi.
Ve Polatlı gün ışığına çıkınca, az bir mesâfe kalan “capital”in de çehresi belirmişti.
Atatürk Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. “İhtilâlden İkbâle Var Olmanın Retoriği” adlı iki ciltlik biyografi kitabı yayımlandı. UHA Haber Ajansı ve Türkiye Postası Gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır.