Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.”
Yahya Kemal Beyatlı
Şâh-ı cihân İstanbul… Ünlü seyyâh Gautier, bu şehr-i âzamı görünce “Gökle toprak arasında dalgalanan en güzel hat budur.” diye sevinç nidâları atması boşuna değildi.
İstanbul uzaklardan açık ya da koyu yeşil ve kül rengiyle gölgeleniyor, vapurlar kâh mavi, kâh turuncuya dönen Boğaziçi’nin ferahlatıcı sularında beyaz bir kuğu gibi Çaykovski’nin balesini icra edercesine süzülüyor, gurup vakti ufuk tunca benziyor, sular ışıklı hârelerle dalgalanıyor, martıların kanatları umudu, heyecanı, yaşama sevincini şakıyordu.
Tanpınar’ın “Gülden sonra bayramı yapılacak bir çiçek varsa o da erguvandır.” diye methettiği erguvanlar süslüyordu hisarları, ipeksi hışırtılarla …
Seyyâhlar için der-i saadetti İstanbul. Mutluluk yurdu. Yahyâ Kemal’in tespitinde olduğu gibi:
“İstanbul bütün şehirler arasında birinci derecede göründü ve Avrupa’nın en yüksek şâirlerinin gözlerini kamaştırdı ve en güzîde ruhlu seyyâhlarının muhayyilesine yerleşti.”
Pây-i tahtın güzelliği karşısında cezbeye tutulan Fransız şâir ve seyyâh La Martine, coşmuştu:
“Tanrı ve insân, tabiat ve sanat burada insân gözünün dünyâ yüzünde görebileceği en harika görünüşünü, beraberce oturtmuş ve yaratmışlardır. Kendimi tutamadım, haykırmışım: Artık Napoli Körfezini ve sihirlerini sonsuza dek unuttum. Bu haşmetli ve zarîf topluluğu başka bir görünüm ile kıyaslamayı istemek, evrenin yaradılışına küfretmek olur.”
Melih Cevdet’in naklettiğine göre: “Dünyâya son bir bakış atmam gerekse, onu Çamlıca tepelerinden atardım.” demiş La Martine.
Cafer Çelebi’nin nazarında gönüller cezbeden İstanbul’un âlemde eşi ve benzeri yoktu:
“Güzellikde nazîri yok cihânda
Misâli gelmemiş devr-i zamânda”
Tarihî mezarlığı, Eyüp Sultan türbesi ile mistisizm üfüren mukaddes Eyüp semtinin sevdalısı Henri de Regnier ise hislerini şöyle dile getirmişti:
“İstanbul! Müminlerinin o kadar sevdiği Eyüp servilerinin altında kendimi senin ölülerinle kardeş hissettim.”
“Niçin sever ki insân İstanbul’u?”
İstanbul bir füsunu yaşamaktı. Bin bir nakışlı bir halıya okşayan panoraması, büyüleyiciydi. Hazan mevsiminde tarihî yapıların üzerini saran, alı yeşili birbirine karışmış ağaçların yaprakları; ilkyazda eflâtun ile kırmızı arası morun sihriyle tarihî surları gelin gibi donatan pembe erguvanları; renkten renge bürünen, maviden kızıla tüm tonları kucaklayan boğazı; cıvıldaşan kuşları, güneşin şavkı ile mum ışığına dönüşen minâreleri, bu minârelerin kalem gibi sivrilip göğe yükselen uçların peydâ ettiği gönül çelen silueti; göğe adeta motif sunan, her boşluğu süsleyen, Hoca Ali Rıza tablolarını andıran fıstık çamlarının esrarlı serencâmı, hatta kulakları delen gürültüsü, şamatası, dinmeyen karmaşası insanı müptelâ ediyordu kendine.
“İşte kurşun kubbeler şehri İstanbul’dasın
Havada kaçan bulutların hışırtısı
Karaköy çarşısından geçen tramvayların camlarına yağmur yağıyor
Yenicami Süleymaniye arkalarını kirli bir göğe vermişler
Hiç kımıldamıyorlar”
İstanbul ne kadar güzelse bir o kadar da keşmekeş, endazesi bozuk bir metropol kentiydi. İşte “canından bezmiş boğaz vapurları, kederli tramvaylar ve Galata Köprüsü’nden geçen telaşlı insânlar” kulaklarda hiç dinmeyen bir uğultu bırakıyordu mavinin siyâha düştüğü bu kentte.
Italo Calvino diyor ya:
“Kentler vardır, yıllarla ve değişerek arzuları biçimlemeyi sürdürürler; kentler vardır ya arzularca silinir ya da arzuları siler, yok ederler.”
En güzel İstanbul, Üsküdar’dan görünendir
Revnaklı şehir Üsküdar bir rüyâyı demlemekti… Şâirin dediği gibi:
“Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.”
“Khrisopolis” ve “Skutarium” kelimelerinin terkibi Üsküdar; ressamlar, hattatlar, şâirler için altın bir vuruş. Antik çağlardan beri tâbiî dokusu, dikkat çeken güzelliği ile kentin peyzajına kurulan bu kadim beldenin en eski ismi Hrisopolis yani “Altın Şehir” …
Bir söylentiye göre Agamemnon’un oğlu Hrisis tarafından îmar edildiği için Hrisopolis denmişti. Başka bir rivâyete göre de asıl ismi “Eski Dâr” idi. Meşhur bir hatayla “Üsküdar” diye anıla gelmişti.
Tanpınar’ın beyânıyla “Üsküdar bir hazîne idi. Bir türlü bitmiyordu.” Mûtenâ sarayları, yalı ve köşkleri, şehnişinli ahşap evlerin tezyîn ettiği sokakları, koruları, çarşıları ve hamamları, kalender câmileri, kiliseleri, sinagoguyla nostaljiyi yudum yudum içen mesrûr bir diyardı Üsküdar.
Bir vakitler “cumbalı odalarında ‘Kâtibim’i inleten” müteessir Üsküdar... Ud ve tambur tellerinden nağmelerin yükseldiği Tanzimat yıllarının konakları, köşkleri birer ikişer terk-i diyâr eylese de dergâhlarında hâlâ ney ve kudüm tınıları o neşeyi yeşertiyordu. Ney ahengine bürünmüş sesti, Nedim’e göre dergâhları sığınak olan Üsküdar…
Boğaziçi’nin açılım noktasında bulunan, kimi zaman “sisler bulvarında” kaybolan Üsküdar; tâbiî dekoruyla İstanbul’un destansı yanıydı ve bir pervâne gibi döne döne gönülleri tavaf ediyordu. Aivazovsky’nin günbatımındaki fırtınalı denizin dekoruydu Üsküdar. Kandilli’den Rumelihisarı’na ve gözbebeği Boğaz’a fırlatılan bakış... Boğaziçi’nin şiirsel manzarası, her bir taşı gelip rûhumuzun kıvrımlarına kuruluyordu:
“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer”
Üsküdar demek münzevî Beylerbeyi demekti. Nur Banu Sultan için îmar edilmiş Mimar Sinan Çarşısı demekti… İskele Meydanının gül-endâm simgesi Üçüncü Ahmet Çeşmesi demekti. Düşsel pozuyla Küçüksu Kasrı demekti… İnceliğin terennümü Çengelköy, “Çengelköy’de yaz, unutulmaz erguvanlar” demekti. Vaniköy, Kandilli demekti hatta Kandilli’de nâzenin Adile Sultan Kasrı demekti.
Yeni Valide Câmii, avlusunda barok tarzı şadırvanı ve cadde üstündeki sebili ile Osmanlı’nın şâhâne mîmârî örneklerindendi … Vâlide-i Cedîd Câmii’nin şadırvanın taşına suyun rengi ile batan güneşin şavkı vuruyor, akşamüstü pirinç şebekeli beş pencereli mermer çeşmeden akan sular büyülü bir kandile dönüşüyordu.
Sinan’ın ustalık eserlerinden Aziz Mahmut Hüdâyî Câmii ve Vâlide-i Atik Câmii ile Kösem Sultan’ın inşa ettirdiği Çinili Hamam ve Çinili Câmii, mavi İznik çinilerine işlenmiş hüsn- hat ile rûhları okşuyordu. Bir başka hazîne de Vaniköy sahiline inşâ edilen Vanî Mehmed Efendi Câmii idi.
Bir kemanın tellerinden dökülen nağmeler gibi huzur aşılayan Üsküdar’da, bir şiiri hatırlatan ahenkti Kuzguncuk… Rengârenk cumbalı hânelerin, cumbalı hânelerden sarkan sardunyaların, evlere sarılan begonvillerin süslediği sokakların, bu sokaklardaki Arnavut kaldırımlarının arşınlandığı mütevazı bir beldeydi. Tarihi mekân dokusuna sahip Kuzguncuk’ta yürümek kayıp zamanlara tanıklık etmekti. Ve muhayyel bir anı yaşamak... Ahşap tarzda inşa ettirilmiş Üryânizâde Ahmet Esat Efendi Câmii, Boğaz kıyısında zarâfetiyle arz-ı endâm ediyordu. Câminin hemen üstünde Cemil Molla Köşkü, maziyi demliyordu.
Museviler, Kuzguncuk’a “Kudüs toprağı” diye kutsallık atfetmişti. Anlat derdini Marko Paşa’ya” deyiminin muhatabı Abdülaziz’in Rum doktoru Marko Paşa… İşte Marko Paşa Köşkü de Kuzguncuk Baba Nakkaş Sokağındaydı. Hoşgörü beldesi Kuzguncuk… Tarih boyunca Yahudi, Müslüman, Ermeni ve Hıristiyanların iç içe yaşadığı Kuzguncuk’ta bir kilise, bir câmi ve bir sinagogu çoğu zaman yan yanaydı.
Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Kuleli ve Vaniköy’den geçerek Kandilli’ye varılıyordu. Bu hat boyunca denize paralel kondurulmuş yalılar bir duruş, bir poz, bir letâfet arz ediyordu. Denizin dibinden fırlamış masalsı bir âlemdi, geçip giden anların izlerini gümüşî gerdanında taşıyan bu yalılar.
Yalı, denizin dudağını yalayan kâşane… Recâizâde Mahmut Ekrem Yalısı, Paşa Limanı mevkiinde Osmanlı üslûbunca inşâ edilen Fethi Paşa Yalısı, Paşa Limanı caddesindeki Baştımar Yalısı, Salacak sahiline dik çıkan sokakta Çürüksulu Yalısı gravürlere has bir görüntü sergiliyordu.
Üsküdar’dan Kız Kulesi’ne giderken deniz kıyısında Mimar Sinan’ın titizlik eseri Şemsi Paşa Câmii beliriyordu, nam-ı diğer Kuşkonmaz Câmi… Bu câminin minâresine kuş konmuyordu. Kuşların uğramadığı Mimar Sinan eseri… Karşı kıyıda Galata Köprüsü ve Altın Boynuz tüm mehâbetiyle uzanıyor denize. Bunların rüzgârları, Kuşkonmaz’ı sarıyor fakat Kuşkonmaz’ın kesme taştan, tek şerefeli ve şerefesi mermer şebekeli minâresine kuşlar konmuyordu.
Salacak açıklarındaki küçük adaya, oya gibi îtinâyla işlenmiş bir mücevher yahut bir inci narinliğinde parlıyordu Kız Kulesi. Şâirler, bestekârlar, fotoğrafçılar, ressamlar için yegâne sanat nesnesi… Salacak’tan güneşin batışına doğru göğün kızıl bulutlarına bakarken nümâyan eden sessiz senfoni.
“Boğaz gümüş bir mangal kaynatır serinliği”
Boğazın ağzında inci bir diş gibi parıldayan, gurup vakti altına dönüşen Kız Kulesi… Bizans’tan miras, gergefinde kanaviçe işlemeler sergileyen mahzun prenses, kentin en destansı sembolüydü. Kulenin etrafında dört dönen martılar, nazlı nazlı salınışlarıyla vapurlar ve arkasında uhrevîliği taşıyan câmilerin tablolara has görüntüsü.
“Şehirler kalmadı seyr eyledük aʻlâdur İstanbul”
Râyihalar şehri İstanbul… Lale kokuyordu, gül kokuyordu, akasya çiçeği kokuyordu sokakları… Martı kokuyordu kıyıları… Minâre kokuyordu dört bir yanı, minâre kokan yerlerde kuşlar uçuyordu, “sürü sürü, çığlık çığlık…” Leylakların, mor salkımların, fıstık çamlarının, ölümü ve sonsuzluğu hatırlatan servilerin Üsküdar’ında avlular güvercin kokuyordu. Ay ve Güneş göz göze geliyordu Mihr-î Mah’ta…
“Dünyâ tek bir devlet olsaydı başkenti İstanbul olurdu.” demiş Napolyon. Sebzî’nin hoş anlatımıyla;
“Şehirler gülsitânında gül-i raʻnâdur İstanbul”
Atatürk Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. “İhtilâlden İkbâle Var Olmanın Retoriği” adlı iki ciltlik biyografi kitabı yayımlandı. UHA Haber Ajansı ve Türkiye Postası Gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır.