“Bir âlem kurulur gibi yeniden
Baştanbaşa hayâl, düşünce, rüyâ”
Ahmet Hamdi Tanpınar
Gün ağarmaya başlıyor. Uyuyamıyorum. Karanlıklar dağılıyor. Uyku yok. Sis yüklü bulutlar alıp başını gidiyor. Gözlerimin üzerine yavaş yavaş çöken bir ağırlık… Tatlı, sermest, mest… “Gece, bir tepeden seyrettik, büyük /Yıldızların suya döküldüğünü”… Göğün en yüce katında parlak bir yıldız. Zühre olmalı. Sabah oldu, gitmek bilmiyor. Üstelik ilk horoz sesini duydum. Duydum mu sahi? Gözlerim mahmur. Gittikçe büyüyor yıldız. Büyüyor…
Büyüyor… Bana doğru ge-li-yor galiba. Bana… Birden ayın on dördü gibi bir yüz oluyor yıldız. Yusuf’u imrendirecek yüz. Bu yüz? Ne şâhâne simâ! O’nun yüzü bu! Evet, evet bu yüz O’nundu!
“Güllere vurgunum!”
Bir koku… Bir râyiha yayılıyor havaya. Kıpırdamıyorum bile. Daha önce duymadığım, bilmediğim türden bir koku. Misk ü amber bu olmalı. Kıpırdamaya cesaret edemiyorum. “Bana güller derin.” Gözümü o güzelliğe dikiyorum. Üzerime yağmur yağıyor. Aldırmıyorum. Lotüs bakışlarında gözlerim kilitli. Çekip alamıyorum gözlerimi. Her yağmur damlasında bir cân veriyorum. Tir tir titriyorum. Soğuğu içmişçesine ter döküyorum, buz gibi. O lotüs bakışlar… Karagöl’de birer nilüfer...
Her yanım buz kesmiş. Derûnum kor ateşlerde. Sabah ezanı okunuyor. Gerçek dünyada mıyım? Yoksa? Yoksa rüyâda mıyım? O yüz? O’nundu. Demek rüyâma gelmişti! Dünyama… Hoş geldin Efendim. Şereflendirdin. Şükür yâ Rabbim!
“Bana güller derin.
Kırmızı güller derin!”
Yine uyku ile uyanıklık arasındayım. Arâftayım. Arâfta. Ne gerçeğe aidim ne rüyâlar âlemine. Arâfın kollarındayım. “Uyku ile uyuşukluk arasında raks eden” bir hayat. Uyku ile uyanıklık arasında seferdeyim. Ara ara dalıyor olmalıyım. Suya inen ceylan gibi geliyor rüyâlar, ürkek ürkek… Ceylan mı gazâl mı yoksa maral mı demeliyim, Asya’nın çöl ve bozkırlarında yaşayan bu lâtif canlıya? Maral ve Asya…
Bir melodi gibi: As-ya… Rüyâların gizeminde kanat çırpan Doğu’nun mistik âlemi.Ne müphem bir kelime böyle, Asya. Buğulu, sırlı, örtülü… Rüyâların mı sadece? Masalların, bilgeliğin, hayâllerin de tütsülendiği egzotik diyar. Bu diyarda hayâller kanat taktı, rüyâlar içti ölümsüzlüğü. İlhâm doğdu ondan. Âb-ı hayât gibi serpildi Asya. Bir vahiy gibi geldi esin şâirlere, yazarlara Asya’da. Sadî’ye, Attâr’a, Hâfız’a, Tolstoy’a, Tagor’a... Aytmatov’a… “Al Yazmalım, Selvi Boylum’’ Asya’dır; büyüsü, güzelliği, endamı ve ıtırlı bakışlarıyla. Asel’dir Asya; İlyas’ın yarım kalmış hikâyesi… Ne içli bir romandı. Bilgeliğe aralanan bir kapı olmalı bu romanda. İnsanı düşündüren, hesaba çeken yanı var romanın.
Bilgeliğin vatanı aslında Hint’tir. Asya’nın bilge çocuğu Hind’in ta kendisi. Hint, Gandhi’dir, Tagor’dur. Hint düşünürü Krişnamurti nin çok beğendiğim bir sözü vardı. Nasıldı? “Gerçek eğitim, insana düşünmeyi öğretir.” Yaşamak zaten düşünmektir Hint’te. Sevmektir. Hayâl, edebiyat, rüyâ, mûsikîdir yaşamak. Baştan ayağa huzur kesilmiştir Hint; baştanbaşa mutluluk. Filmleri de öyledir. “Üç Serseri” meselâ. Hint eğitim sistemini sorguluyor film ama müzikal tarzda. Evet. Hint’te muhayyilenin saltanatı hükümrandır. Hürdür hayâller burada. Hikemiyatın beşiği, rüyâların eşiğidir Hint.
Dünya edebiyatının göz bebeği masallar da Hint’ten mülhem değil midir esasında? Hint tılsımıyla hayat buldu; “Ramayana”, “Mahabarata”, “Şakuntala” ve… Neydi o? Evet, “Pança-Tantra”… Telaffuzu hayli güç. Güç fakat şiirsel. “Pança-Tantra”, hem Doğu’yu hem Batı’yı emzirdi. Bir ana gibi. Grimm’in de Anderson’un da La Fontaine’in de kaynağı Hint’tir. Batının bunu itiraf ettiğini duymadım hiç. Bizdeki “Hümayünnâme” ise Pança- Tantra’nın tercümesi. Kanuni’ye sunulan Hümayünnâme için tam yirmi yıl ter dökülmüş. Bir tercüme bir ömre bedel. Eser değil hazine. Altmış dile çevrilmiş Pança-Tantra. Bunun enteresan bir öyküsü vardı diye hatırlıyorum. Hükümdarın üç şehzâdesini terbiye etmek gayesiyle yazılmış Pança-Tantra; adeta bir kutsal bilgi kaynağı.
Artık uyusam, diyorum. “Gezegenin öğelerini ve gece yarılarını hiç sevmedim; sabırsızlıkla, saatlerin ve saatleri dolduran o korkunun olmadığı, iklimlerin olmadığı bir dünya bekledim.” der “Hiçliğin Doruklarında” Cioran. Hiç uyumamış söylediğine göre Cioran. Bu mümkün mü? Uykusuzluk… Tanpınar’da da vardı uykusuzluk. Öksürerek uyanmaların, seneye çıkamama vehminin tetiklediği uykusuzluk, rüyalar, kâbuslar… Ne diyordu “Huzur” romanında? “Korkunun kanattığı uykular…”
Bir şeyler düşünmek iyi geldi bana. Asya’yı… Hint’i… Ve kutlu kişiyi görmek rüyâmda… Simâsı da tıpkı hilye-i şerifte anlatıldığı gibiydi. Nasıl bir güzellikti öyle? Hele o koku! Bana kışta bahârı getirdin Efendim.
Sahi rüyâların mahiyeti nedir? Rüyâlar yol gösterici midir? Güvenilir bilgi kaynağı mıdır? İslâm emniyetle yaklaşmayı öneriyor, pozitivistler “hayır” diyor buna. Materyalistler için zaten beynin bir fonksiyonu. Psikanalistler, “bilinçaltının aynasıdır” diyor rüyâya; eski yaşantıların kılık değiştirmiş şekli. Tasavvuf ehline göre yol göstericidir rüyâ, sürrealistlere göre ilhâm kaynağı.
Peki, niçin var rüyâlar? Neden rüyâ görürüz? Rüyâlar neleri va’z eder? Rüyânın güzergâhında müphem mi kıvrılır? Bu yol bulanık, sisli, dumanlı mıdır daima? Metafizik tecrübeler niçin var o halde? Hakikat tecelli etmez mi bunlardan? Ya da keşfe götürmez mi bu yol? Çokluğun arkasında yatan birliği keşfe… “O”na götürmez mi? Ezeli ve ebedi olana. Nâmütenâhîye.
“Gözsüz görüyorum rüyâda nasıl?’’ diyor şâir. Gözsüz görmek mümkün mü? Akılla çelişmeyen her tasavvur, mümkün olan hükümdür. Aklın vaki olması, imkân dâhilinde bir hükümdür. Rüyâların nasıl görüldüğünü havsalam almıyor. Aklımla didişiyor rüyâlar. Akılla idrak edemiyorum bu âlemi.
Aklı kutsallaştırarak aklın hükümranlığını hazırlayan felsefi öğretilerin buna bir cevabı var mı? Gözsüz nasıl görüyoruz rüyâda? Göz görevi yapan akıl mıdır? Asıl gözümüz aklımız mı? Beden küçük ölümde ise gören ruh mu? Ruh görebiliyorsa göze ne hacet?
- ?
Bu metafizik sorgulamalar… Bitip tükenmeyen. Asırlar boyunca filozofların kafasını en fazla kurcalayan alan metafizikmiş. “İnsan aklıyla fizikötesini bilemez; fenomen bilinebilir, numen bilinemez.” diyor Kant. Fenomen, yani oluşların zaman ve mekânda bize görünüşü. Görüngü. Numen? Numen, özneye göre biçimlenmeyen, kendisi ne ise o olan varlık, Tanrı, melek, ruh, akıl…
Filozoflar, temel kaide olarak aklî nazar ve düşünceden başka bir şeye güvenmezler. Filozofların ileri sürdüğü kesin ispat da akıldan doğan fikirlerdir. Hatta Fârâbî “Tanrı akıldır.” diyor. Tanrı, maddesiz ve cisimsiz olduğu için cevheri bakımından fiil halinde akıldır. Aynı şekilde Tanrı, cevheri bakımından bilfiil düşünülürdür. Yani Tanrı “kendini düşünen düşünce”! Bu filozoflar da safsata yapıyor adeta. “Kendini düşünen düşünce”!
Pozitivistler, Tanrı’yı inkâr ediyor. “Görmediğim şeye inanmam.’’ diyorlar. Peki rüyâyı? Onlar rüyâ görmüyor mu? Bunu nasıl açıklıyorlar? “Akılların güç ve kudreti dışında kalan gerçekleri anlamaya çalışmak boş bir uğraş(mış)?!” Akla bu denli iktidar vermek nasıl bir zekânın ürünü? “Akıl bağdır.” diyor İbn Arabî. Metafizik karşısında akıl, haddini bilir ve orada durur daha ilerisi kudretinin yetemeyeceği bir yerdir. Evet, akıl bir şeyi tespit eder; va’z etmez.
Aklın benimle ilgili tespitleri ne? Kendimle mi konuşmaktayım? Ne diyordu Şasa: “Akıllılar dünyasının bir kıyısında, sisli bir dağ başına çöreklenmiş, dünyayı kendimce anlamlandırmaya çalışan bir deliyim.” Bense dünyayı değil kendimi anlamlandırmaya çalışıyorum belki de. Bu hâl neyin nesi? Yoksa bunlar bir nevi sayıklama mı? Sa-yık-la-ma- lar? Ayşe Şasa’nın imdadına Füsus yetişti. Füsus’ul -Hikem’in manevi tasarrufu. İbn Arabî’nin ışığı… Ay ışığı gibi…
Ay indi gökyüzünden, başucuma sokuldu. Usulca dokundu. Korkarak. Belli ki uyandırmaktı niyeti. Gözkapaklarım aralıktı zaten. Baktım kalbi kanıyordu. İçim yandı. Üzerime yağan yağmur değil miymiş yani!
“Uyku, uyku katillerin bire çeşmesi”
Uyku, modern psikiyatride “zihinsel sığınak” diye geçiyor. Çekip gitti Ay. Gidişi de usulcaydı. Biraz buruktu. Yüzü karmakarışıktı. Eli sol göğsündeydi. Parmakların arasından sızan damlalar… Belli ki canı ağzındaydı. Birden sol göğsümde şiddetli bir ağrı duydum. Neredeyse nefesim kesilecekti. Bağırmak istedim, ama sesim bir türlü çıkmıyordu. Olanca gücümle bağırmaya çalıştım. Nâfile. Bir şey çökmüştü üstüme. Ağırlık. Kurtulmak için çırpınıyordum. Çırpındıkça daha çok çöküyordu. Sesim çıkmıyor. Direniyorum. Ayetel Kürsi dökülmeye başlıyor dilimden. Işık kesiliyor. Zifiri karanlık. Ay neredeydi? Aniden yok olmuştu Ay ve büyülü hâlesi…
Kan ter içindeydim. Uyandığımda koyu bir sessizlik hâkimdi. Yalnız köpek ulumaları. Dışarıda... Bende ürperti. Kalbim yerinden çıkacak sanki. Müthiş bir tedirginlik. Etraf açılmamıştı henüz. Bir kâbus muydu bu yoksa? Karabasan. Psikolojiye göre “uyku terörü’’ yani. Korkunçtu. Ağızlarını semâya çevirmiş olmalı köpekler. Ne isterler Tanrı’dan? Ya ben? Rüyaların diliyle ne istiyorum Hak Teâlâ’dan? Ne anlatır rüyâlar? “Rüya, duyu, akıl ve arzu yetilerinin etkisinden kurtulan tahayyül yetisinin bir fiilidir.” diyor Fârâbî. Yani? “Şöyle ki; uykuda kendisi ile baş başa kalan bu yeti, depolamış olduğu duyuların imajlarına yönelir. Birleştirmek ve ayrıştırmak tarzında onlar üzerinde tasarrufta bulunur.” Demek ki bunların zihinde canlandırılmasıyla rüyâlar meydana gelir.
Rüyâ için “bilinçaltına giden kral yolu” dediğine göre Freud bu yolu çok kullanmış olmalı. Irvın Yalom’un bir romanında okumuştum, “Nietzsche Ağladığında”daydı sanırım. Freud bir arkadaşı ile bilinçaltına yönelik deneyler yapıyordu. Denekler yani kurbanlar birer kadındı. Sandalyeye oturtup önce hipnozla uyutuyorlar sonra konuşturuyorlardı. Arkadaşı dediği Jung muydu yoksa? Birlikte çalışmışlardı onlar. İkisinin çalışmaları arasındaki temel farklılık mı? Freud, rüyanın ne saklayacağına Jung’un ise rüyânın ne açıklayacağına yönelmiş. Jung ve Adler, neden ayrıldılar Freud’dan? Bir hususta anlaşamadılar, diye hatırlıyorum. Oedipus kompleksi miydi tefrikanın nedeni?
Edgar Cayce, uykuda veya trans halinde geçmişi ve geleceği görürmüş. Bu şekilde hastalıklara teşhis koyup tedavi uygularmış. Trans halindeyken söylenenleri kaydeder ve dikkatle belgelermiş. Benim rüyâlarım ne ifade ediyor öyleyse? Rüyâda yani misal âleminde gördüğüm olayları uyanıkken görmüş gibiyim. “Bazen kendime gerçek mi bu yoksa?” diye sorduğum çok olmuştur. Aklım yanılıyor, diyorum; duygularım da. Öyleyse yanılmayan bir şeyler olmalı. Pascal öyle görünüyor ki bunu kendince çözmüş. “Hasseler aldatır, akıl da yanılabilir. Fakat… Fakat kalp yoluyla elde edilen bilgi bizi hakikate ulaştırır.’’
Demek Pascal akla değil kalbe daha çok güveniyor. Akıl yanılabilir, diyor. Buna nasıl ulaşmış? Gazâlî gibi şüphe ederek herhalde. Aklından bile şüphe ederek. Gazâlî de aklından şüphe etmişti. Sadece aklından mı? Her şeyden. İdrak edip yakin ilmine ulaşma konusunda her şeyden şüphe etmiş. Sonra uyuyan bir kimsenin rüyâsında geçen olayları izlemeye başlamış. Rüyâ âleminde karşılaşılan hadiselerin uyandıktan sonra hayâli şeyler olduğunu anlamış. Demek şüphede hakikatin keşfi de var; inkârcılığın çukuru da… Descartes’i hakikate ulaştırmış, septikleri batağa saplamış şüphe. Şüphe! Nelere kadirsin böyle? Septikler için şüphe amaç, Gazâlî, Descartes için araç. Septikler hakikate ulaşmanın imkânsızlığının vehmine kapılmış olmalılar. Sahi nasıl bir analoji yapmıştı Descartes?
“Şüphe ediyorum, demek şüphe ettiğimi düşünüyorum demektir. Öyle ise ben düşünüyorum.”
Tiyatro gibi… “Çünkü şüphe düşünmektir. Düşünce, düşünen kişiden başkasında olamaz. O düşünen kişi benim, öyleyse ben varım.” İşte bu! Descartes’in Cogito Kuramı yani. Hilmi Yavuz “Felsefe Yazıları”nda buna değinmişti sanırım. Anlamış mıydım evvela? Anlamamıştım galiba. Hülasası şu olmalı: “Düşünüyorum, o halde varım.” Ben de varım, çünkü kendimle konuşuyorum.
Descartes akılla îman edenlerden. “Her şeyde Allâh’ı şâhit olarak görüyoruz.” sözü vardı onun. Bu var olma durumu, var olan bir varlığa delalet ediyor. Düşünce mi ifadeyi doğurur yoksa ifade mi düşünceyi? Bazı düşünürler, kelimelerle düşünüyoruz, der. Doğuştan dilsizler düşünemiyor o halde, bu teze göre? Hayy Bin Yakzan’ın batılı örneğidir Decartes… Bir İbn Tufeyl’in akılla deliller arasında boğuşan kahramanı yani. Evreni akıl yürüterek çözen Hayy Bin Yakzan…
Gazâlî’nin hakkını vermek lazım. Ondan altı asır sonra gelen Descartes’i epey etkilemiş. Doğu’nun Batı’yı beslemesi değil de nedir bu durum? Şüpheciliği Gazâlî’den mülhem Descartes’in. Ancak Gazâlî, aklın yanında bir de sezişten bahseder. Sezgi ve basiretten… Sezginin adı Necip Fazıl’da “bedahet”... Kalp gözü de diyebiliriz herhalde. Necip Fazıl, sezgiciliğin felsefi temellerini Bergson’dan almıştır, Nurettin Topçu gibi. İbn Haldun da aklın acizliği ve kudretsizliği noktasında onlarla görüş birliğinde.
Kant “Saf Aklın Tenkidi”nde benzer şeyi savundu. Kant’a göre, doğru bilgi akıl ve deneyin ortak çabasıyla elde edilir. Duyumlardan gelen düzensiz izlenimler aklın kategorilerinden geçerek sistemli bilimsel bilgiye dönüşür. Kant: “Duyu yoktur zira ateş Hz. İbrahim’i yakmamıştır. Demek ki, ateş ile yakma arasında zorunlu bir ilişki yoktur.” mantığını yürütür. Ayrıca Kant, David Hume’un olayların arasında bir neden-sonuç ilişkisi olduğu önermesinin kanıtlanamaz olduğu fikrini savunur. Ve bundan yola çıkarak, saf aklın mümkün olamayacağına dair ürettiği septik bakışına çözüm getirmeye çalışır.
David Hume. Bilinmezci.” Leadriyye”den agnostizme… Bu adam hep ilgimi çekmiştir zaten. Determinizmi reddeden adam. Hume bilimin dayandığı nedensellik ilkesini büyük ölçüde sarsar. Tanrı vardır veya yoktur, bu bilinemez, ona göre. Ahiret, cehennem… Amacı inkâr etmek de değil. “Elbisenize düşen bir kor parçası bakarsın ki yakmaz.”diyor. Sen öyle san bakalım. Nasıl olsa anlamıştır düşen kor parçasının yakıp yakmadığını. Yakmak... Yanmak… Cehennem… Çağrışımların sürüklediği azap vadisi…
Tarancı şiirlerinde düş ve hakiki âlemdeki nesnelere sığınarak hayata tutunabilmenin yollarını aramış. Oğuz Atay’ın karakteri Hikmet, Dostoyevski gibi yazarak hayata tutunmuş. Bense uykuya mı tutunuyorum? Düşlere? Gerçeklikte ruhum çarmıha geriliyor sanki. Nietzsche’nin kullandığı takma ad değil miydi bu? “Çarmıha Gerilen”… “Diyonizos” imzalı mektuplar gönderirmiş sağa sola Nietzsche. Hastalığının ilerlediği aşamalarda olmalı. “Tanrı’nın çürüme kokuları geliyor burnuma!” dediği anlarda. Bu ne çirkin tasvirler böyle? İnsanın içini karartıyor adeta. Söylediğine göre onu karamsarlığa Schophenhaur itmiş. Bedbaht Schophenhaur. Bu da aklı reddedenlerde… Hem de tamamen. Her şeyin akılla açıklanamayacağını söylemesi psikanalizcilerin yolunu açmış. Sanırım böyle kuruluyor psikanaliz denen şey. Bilinçaltına giden yol.
Psikanaliz… Serbest çağrışımlar dünyası. İçsel engelleri yenmek, düşünceleri serbest bırakmak. Bir nevi özgür düşünmek. Mânialara takılmadan… Sayıklamalar için de “sesli rüyâ” demiş Freud. Altında derin anlamlar taşıyan dil sürçmeleri gibiymiş sayıklamalar. İlginç! Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” romanını hatırlattı bana. Sayıklamaların bütün esrarı açılır ve bilinçaltı nükseder bu romanda.
-Gözlerini açtı diyorlar.
- Ağlasın ağlasın, diyorlar.
- Kim ağlıyor?
- Bilmiyorum. Hıçkırıklar duyurum. Ve daima içimde bir rahatlama.
- Nüzhet kim? Diyorlar.
- Sayıklıyor, diyorlar.
- Kollarımı onlara uzatıyorum, bir şey söylemediğimi sanıyorum.
- Hah, doktor geldi, diyorlar.
- Bir şey mi düşünüyorsun? Birini mi düşünüyorsun?
- Hayır, bilmiyorum.
- Nüzhet’i mi görmek istiyorsun?
- Nüzhet kim? Kardeşin mi?
- Bilmiyorum.
- Biliyorsun, biliyorsun. Haydi, söyle bana. Nüzhet kim, bayıldığın zaman onu sayıklamışsın.”
“Nüzhet kardeşin mi” “Bilmiyorum” O halde niye sayıklıyorsun? Nüzhet kim mi? Paşa’nın kızı… Hasta çocuk kendisi. Mafsal ağrılarından kıvranan… Peyami Safa’nın otobiyografik romanı. Freud haklı galiba. Hani Horasan’da geçen bir öykü vardı. Amansız bir hastalığa yakalanan vezirin oğlunu tedaviye gelen İbn Sînâ’ya dair. Sararıp solmuş, gücünü kaybetmiş, bünyesi zayıflayıp yatağa düşmüş bir genç… Saray hekimleri teşhis koyamıyor.
İbn Sînâ tecrübe ve önsezi ile tanıyı söylüyor: “Mali hülya.” Şaşkınlık uyandırmış olmalı. İbn Sînâ teşhisini test etmek için de ilginç bir metot deniyor. Gencin nabzını tutarak önce komşu şehirleri sayıyor. Bir şehre gelince gencin nabzı hızlı atmaya başlıyor. Sonra o şehirdeki mahalleleri sayıyor. Sokakları… Evleri sayıyor. Evlerden birinde gencin nabzı o denli hızlanıyor ki… Sonra o evde yaşayanların isimlerini sayıyor… Bir isimde gencin nabzı fırlıyor. İbn Sînâ tanısını koyuyor: “Oğlunuz falanca kıza âşıktır.” Genç bunu duyunca utancından kızarıyor ve başını yorganın altına sokuyor. Bilinçaltının beden diliyle açığa çıkması herhalde bu.
Bu çağrışımlar… Bu çağrışımlar ve kendimle konuşmalar… Neyi ifade ediyor? İbn Rüşd’e göre: “Hayâl gücünün oluşturduğu imajları önce alıp saklayan hafıza gücü bunları iradeli veya iradesiz olarak yeniden algılayabilir. İradesiz olan hatırlamadır; iradeli olan da düşünmedir.” Bense düşünme ile hatırlama arasında gidip geliyorum. Hatırlamanın gerçekleşmesi için imaj yahut hayali suret veya imajın kavramı gerekiyormuş.
Ya rüyalarım? Mesela Ay’ın kalbi neden kanıyordu? Bilmiyorum. Belki pozitivizmin dediği gibi bunların hepsi saçmadır. Mânâsız. Pozitivizm metafiziği neden reddediyor? Çünkü bilimsel bilgiyle açıklayamıyor, deneylerle test edemiyor, gözleme tâbi tutamıyor, o çok güvendiği aklıyla izâh edemiyor.
Dante, kitabını baskıya hazırlayan oğlunun rüyâsına gelerek “Divina/ İlahi Komedya”da eksik kalan şarkıların bulunmasına yardımcı oluyor. Bunu akılla açıklamak mümkün mü? Galiba ben de Gazâlî, İbn Haldun gibi düşünüyorum. Her şeyi akılla izâh edemezsin ki? Mesela mucizeler… Kerametler de öyle. Ya mirâç? Vahiy? Aklım burada iflas ediyor benim. Onlarınki de yani o koskoca filozoflarınki de iflas etmiş olmalı. Metafizik ve dini insanlığın ilerlemesine mâni olan düşünce tarzları veya formlar olarak gördüklerine göre... Kaç kuşak zehirlendi bunlarla. Pozitivizmin en hararetli savunucusu Oguste Comte… Saint Simon’un sekreteri, Cemil Meriç’e göre uşağı.
Cemil Meriç’i baştan çıkarıp yardan atan adam Saint Simon’dır. Sadece o mu Meriç’in kafasını karıştıran? Yok, Marx, Bunchner ve Nordau’yu da unutmamak lazım. Mistisizmi akıl hastalığı sayıyor Nordau. Bunlar sayesinde Cemil Meriç gibi bir mütefekkir, mukaddesata kapısını kapamış önceleri. “Vaaza benzeyen her şeye kulaklarımı tıkıyordum.” diyor. Vakit epey ilerlemiş olmalı. Her bahar Balzac’la dirilmiş, “gençliğimin tanrılarından” dediği dinsiz Zola’yı daha çok sevmiş Meriç.
Cemil Meriç’in rüyâları nasıldı acaba? Otuz sekiz yaşında gözlerini yitirdiğine göre… Peki, anadan doğma körler? Onlar ne görür rüyâsında? Yalnızca sesleri mi işitirler yoksa akıl gözü mü devreye girer? Alı al, yeşili yeşil mi görürler? Âşık Veysel çiçek hastalığından âmâ kaldığına göre çok küçük olmalıydı. Renkleri nasıl ayırt ederdi? Ne görürdü rüyâsında? Şiirlerinde Veysel, gizlerini aşikâr eden kocaman göz. Görenlerden pek farkı yok. Tıpkı Beethoven gibi. İşitmeyen kulakların şahane bestecisi Beethoven. Mozart’ın da bazı bestelerini rüyâlarında yaptıklarını okumuştum. Tartini “Şeytan Sonatı”nı rüyâsında bestelemiş meselâ! Rüyâlar kimine ilhâm kaynağı. Salvador Dali’nin sürrealist resimleri rüyâlarından mülhem.
Cayce trans halindeyken bir keresinde şöyle demiştir: “Rüyâlar bilinçaltının tezâhürleridir. Bu durum gerçek olmadan önce rüyâ görülür.” Ve kişinin başlangıçtan beri var olan zihni faaliyetlerinden beslenen bir düşünce nehridir rüyâ Cayce’a göre. Hazreti Pîr ise “Uykudaki iç aynamız.” der rüyâ için. Ne zarîf bir tanımlama böyle! Rüyâlarım! Cevabı sizde. Söyleyin bana! Bu hal neyin nesi?
Atatürk Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. “İhtilâlden İkbâle Var Olmanın Retoriği” adlı iki ciltlik biyografi kitabı yayımlandı. UHA Haber Ajansı ve Türkiye Postası Gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır.