Menu
Her şeyin güzelliği, onlara bakanın kalbinde değil midir?
Deneme/İnceleme/Eleştiri • Her şeyin güzelliği, onlara bakanın kalbinde değil midir?

Her şeyin güzelliği, onlara bakanın kalbinde değil midir?


“Ya bir çift kanat ver, beni kuş eyle

Tez yetişem dost bağında talan var.”

Sümmânî

Yazgısı değiştiriliyordu kıymetler bütünümüzün! Yağmayı, erguvan vurgunu bir adam gördü. Sarıldı defterlerine bu adam. Sarıldı, şavkı sönmekte olan bir medeniyetin rûh okşayan yakamozlarını, avuçlarında tutmak için…

“Ben zamanı gördüm,

  Şimşek gibi bir ânın uçurumunda”

Gençlik dönemi, Osmanlı’nın “ölgün bir kor gibi” yanan gurup vaktine denk gelmişti. Bir kere gelmiş bulunmuştur. Bir kere görmüştür cinâyeti. Sosyokültürel değişimin vakitle değil devirme yollu yapılışını… Çağdaşlaşma diye Batılılaşmayı… Geçmişi imhâ müptelalığını… Mâzînin reddi krizini… Resmî ideolojinin Oidipus kompleksini…

Geçtiği güzergâhlara gül dökerek yol alan medeniyetimizin ardında bıraktığı izler, henüz ter ü tâze idi. “Sofranın son kırıntılarına yetişmişti.” Bir sokağa bağdaş kurmuş, hat levhalı, bakır taslı mermerden sürpriz bir çeşme… Kubbesi yeşil hâreli gösterişsiz eski bir hamam… Hüsn-i hat efsûnunun rûhu kıskıvrak yakaladığı hazîn  bir mezar taşı… Boğaziçi’nin kalbinde bodur minâreli kalender bir câmi ya da mescit… İnsanda ebediyet hissi te’sîs eden suyun şırıltısına güvercinlerin üşüştüğü zarîf demir parmaklıklı bir sebîl… Câmi avlusunda ışığın vuruşuyla fıskîyesinden ve kurnalarından altın köpüklü suların döküldüğü, bir şâdırvân… Küçük ama şirin bir iskele kahvesi… Köşe başını tutmuş, kökleriyle geçmişe tutunmuş münzevî ahşap bir konak… Târih hazîneleriydi kaybolup giden. İçimize ay doğuran bu güzelliklerinin silinip gitmesine gönlü nasıl razı olurdu ki?

“Bir medeniyet doğar, yaşar, çöker. Onun târih sahîfelerinde hâtıraları kalır. Zirâ yerini başka bir medeniyete bırakmıştır.”

Zamanın alevinden bir şeyler çekip almak istercesine artık sâdece bir hâtıra olacak, kalbe sükûnet veren bu hercâî eserleri, tespit etmeye yönelmiş. Rûhunu tırmalayan bir gayretle… Işıyan her günde bir parçası yutulan, her geçen gün bir uzvu koparılan, muhayyel gül bahçesine okşayan İstanbul’u, koyulmuş köşe bucak gezmeye.

“İstanbul, bütün Türk târihinin, Türk coğrafyasının bir terkibi, bir hülâsası ve tecellisi olmuştur. Bu idrâk, beni gün geçtikçe sarmaya ve İstanbul’a bağlamaya başladı.”

Hekimlik yaparken, bir yandan da kültür ve medeniyetimizin asıl çekirdeğini te’sîs eden bu yapı taşlarını kayıt altına alıyordu. Sanat ve mîmârîmizin dil-ârâ yüzünü… “Pervâne gibi ışığa uçan gönlüyle” bu eserlerin süslemelerini, motiflerini, desen desen defterine nakşediyor; bunlara derkenâr düşüyor, zarîf, lezîz, soylu mirâsımızın zevkinin, inceliğinin ve estetiğinin silinip gitmesine kendi kabîlince itirâz ediyordu.

“Herkesin bir mesleği olmalı, bir de meşgalesi. O meşgale, bütün kültürümüzdür.”

Ahmet Süheyl Ünver... Sene 1898. Günlerden Şubat’ın on yedisi. İstanbul Haseki’de bir konakta doğmuştur. Dedesi Hattat Mehmet Şevki Efendi’nin Bostan Hamamı sokağındaki konağında…

“(…) Ben İstanbulluyum. Bin sene Bizans devrinde Hristiyan’dım. Fatih’imiz İstanbul’u aldı, Müslüman oldum. Beş yüz sene de bu. Dile kolay, bin beş yüz yaşındayım.”

Sanatın alâimisemâsı, sekiz dokuz yaşlarındayken tutmuştur onun yakasından. Kültürümüzün peşine daha on sekizindeyken düşmüştür. Mütareke yılları… Okullar kapalı. Tehlikeyi sezmiş bir içgüdüyle eski yazı diye hor görülen, baltayla kırılan o paha biçilmez kitâbelerin tasasını çeker. Âh! Her şeyin güzelliği, onlara bakanın kalbinde değil midir? Karacaahmet’teki mezar taşı nakışlarını tek tek geçirir defterlerine. Yetmez. Civardaki bilge ihtiyarların kültürel hâfızalarını kayda alıp belgeye dönüştürür.

“Gün saltanatıyla gitti mi bir defa”

Gün saltanatıyla gitmeden… Yakalamak istiyordu. Neyi? Gördüğü, gezdiği, işittiği her şeyi… Kaydederek avuçlarında tutmak... Bu alışkanlığı, Arapça dersi aldığı Nazmi Töre’den mîrastır. Mercan İdadisinin son sınıfındayken Üsküdarlı Hoca Ali Rıza’dan hem karakalem hem sulu boya dersleri almış, Türk yaşayışını, sokaklarını, ev, çeşme, şehir ve köylerini millî hisler ve teheyyüçle resmeden Hoca Ali Rıza’dan hayli etkilenmiştir.

Çiçek Derman soruyor: “Sanat, insan seçer mi?” diye. Seçmez mi? İnsan, her sanat dalını kendi meşrebince idrâk etmez mi?

“Mimarîyi ince adamlar anlar, hatta heykeli ve resmi. Bunu da anlayanların dereceleri vardır. Bu çok değildir. Şiiri anlayanlar da beşeriyette azdır. Bu beşeriyetin garip tecellisidir.”

1916 yılında girdiği Dârülfünun Tıbba devam ederken bir taraftan da sanat cephesini inşâ eder. Tezhip dersleri alır Nuri Urunay’dan. Necmeddin Okyay’dan ebru… Hattat Hasan Rıza’dan sülüs, nesih meşk eder. Ondan öğrenir minyatürü. Ve mutasavvıf Abdülaziz Mecdî Tolun’un tasavvuf sohbetlerinde şâdıman olur gönlü. 

“İnsanları ilgi alanları inşâ eder. Bir insan neyin talibiyse onun talebesi olmuş demektir. Yıllar geçtikten sonra peşine düştüğümüz şeylerin bize neler kattığını anlarız.”

1927’de hekimlik ihtisâsını tamamlamak üzere Paris’e gider. Paris Tıp Fakültesinde iç hastalıkları alanında uzmanlaşırken bu süreçte sanat tarihiyle de ilgilenir. Paris Millî Kütüphanesinde İslâm yazma eserlerindeki tezhip ve minyatürler üzerinde çalışır. Tıp sahasındaki yazma eserler de çeker dikkatini. Türkiye’ye döndükten sonra kısa bir süreliğine Avusturya’ya giderek Viyana kütüphane ve müzelerindeki eserleri inceler.

“Her şey boştur, ama çalışmak ve bunların güzel semerelerini almak hiçbir zaman boş şeyler değildir.”

Arapça, Farsça, Fransızca biliyor; ney üflüyor, resim yapıyor, minyatür, tezhip ve hüsn-i hatla iştigal ediyordu. Ömrünü araştırma, yazma, arşivleme, sanatla geçiren Süheyl Ünver… “Hayatta her türlü hırsımı yendim, öğrenme hırsımı bir türlü yenemedim” der. 

Alvarlı Efe diyor ya:

“Geçer bir lahzada rü’yâ misâli ömrü insânın” 

Geçiyordu ömrü, “savrulan zaman kırıntıları” eşliğinde. Geçiyordu yurt içi ve yurt dışı gezilerinde… Romanya, Yugoslavya, Yunanistan’a geziler… Fransa, İsviçre, İtalya, Almanya, Avusturya, Amerika, Roma ve Hollanda’ya seyâhatlar … Ve Mısır’a Irak’a, İran’a… Bugüne mîras bırakır gibi seyâhat defterleri tutuyor; bu defterlere notlar, gazete kesikleri, fotoğraflar, karakalem ve sulu boya ile intibâlarını işliyor; Kütahya defteri, Bursa defteri, Konya defteri, Edirne defteri tek tek düşüyordu elinden. 

Cumhuriyetin ilk yıllarıdır. Ekrem Hakkı Ayverdi, Mahir İz, Fethi Gemuhluoğlu, Uğur Derman ve Çiçek Derman ile hoca talebe ilişkileri arkadaşlığa dönüşüyor. Bir medeniyet tasavvuru ortaya koyuyorlar. Eskiyi reddetmeyen ancak yeniye de açık olan bir medeniyet…

“Her şeyin kökü Şarktır. Ona mürâcaat etmeden bazı fikirleri muahhar insanlara atfetmek yanlışlığı, tekrar edilmemeli.”

Harman sonuna yetişen bir adam gelir, her şeyi yeniden filizlendirir. Güzel Sanatlar Akademisinde Türk Minyatürü ve Süslemesi derslerine giriyordu. Topkapı Sarayı Müzesinde beş yüz yıllık nakışhâneyi yeniden tesis eder. 

“Güzelliğin hikmetini anlayan, aşkın bahşettiği yüceliklerden haberdar olan şâirler, nasıl hazîne kapısının has kilidini dillerinin altında tutuyorlarsa, minyatür ustaları ve müzehhipler de fırçalarının ucunda inanılmaz güzellikleri bulunduruyorlar.”

1954’te ordinaryüs profesörlüğe yükseliyor ve Amerika’da misafir profesör olarak bulunuyor. 1967 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesine geçiyor ve burada Tıp Tarihi ve Deontoloji kürsüsünü kuruyor. Tıp tarihi, bilim tarihi, kültür tarihine ait iki bin beş yüz civarında kitap ve makale yayınlıyor. Dergi, gazete ve ansiklopedilerde sayısız yazı… Yurt içi ve yurtdışında ödüller… On sekiz bilimsel kuruluşa üyelik…

“Bana yan yan bakıyorlar. Çünkü ben yüceliğin uğrunda çalışarak gecelerimi sabah ettim. Onlar ise sabahlara kadar uyudular.”

Şahsî koleksiyonunda bin dört yüz yetmiş üç defter… Sekiz yüz doksan beş dosya… Yüz sekiz şahsî eşya… Altmış üç tablo ve levha bulunur.

“Üç şey insanın gözü ve gönlünü açar: Yeşillik, akarsu ve güzel yüz.” diyor. “Saâdetli İstanbul şehr-i şehîrine” âşıktır. Anladım ki” diyor, “hakikî vatan ve insanı mesût edecek tek yer, bu vatanın rûhunu teşkil eden bu şehirdir.” Erguvân ağaçlarını çoğaltır, şehrin estetiğine katkı sunmaktır maksadı.

“İstanbul güzel şehir. O kadar ki, dünya yüzünde eşi, emsâli yok. İmâr edin güzel, bakımsız bırakın yine güzel.”

Lâleden önce erguvân vardır İstanbul’da. Ve erguvandır İstanbul’un asıl sembolü. Mayıs’a erguvan ayı, Boğaziçi’ne de Erguvan Boğazı denilmesini arzu eder. “Erguvânlı bir bahçe, mor salkımlı bir duvar” içini titretir, erguvana şiir söylemeyen bu adamın.

“Erguvana şiir söyleme, anlatamazsın. Kendisi şiir. Gör ve duy, kâfi.”


Leyla

Atatürk Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. “İhtilâlden İkbâle Var Olmanın Retoriği” adlı iki ciltlik biyografi kitabı yayımlandı. UHA Haber Ajansı ve Türkiye Postası Gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır.