Modern sosyolojinin kurucusu Durkheim (1858-1917), bir bakıma zaten herkesin gözünün önünde olan şeyi filozofik bir tümgörüyle ele alıp kuramsallaştırır: Toplum ya da sosyal olgudur bu. Ona göre toplum, bireylerden oluşma basit grup gerçekliği değil, bireyler toplamını aşan, küme mantığından aşkın şeydir. İçerdiklerinin toplamından fazlasıdır toplum.
Durkheim, ama haklı ama haksız yere, her şeyi toplumda arar, keza her şeyi ‘ötesi olmayan’ bu ‘bütün’e indirgeyerek izah eder. Yine, “bütünlüklü kavramlar sistemiyle ifade edilen dünya, toplumun kendisini ifade ettiği dünya olduğu için, böyle bir dünyanın kendilerinde temsil edildiği genelleşmiş mefhumlarını bize ancak toplum sağlayabilir” diyen Durkheim, bu mantığın gereği olarak varlığı (ve hakikati) toplumda ve toplumdan itibaren kavrar. Toplumun ötesinde bir hakikat yoktur, toplum hakikatin bizzat yeridir ve toplum (adeta) varlıkla özdeştir. Toplumun (ekonominin, politikanın, kültürün…) dışı yoktur! Tümü ya da bütünü toplumda ve toplumdan hareketle görmektedir Durkheim. Böyle olunca intihar olgusundan Tanrı sorununa kadar her şey, ama her şey tüm’le, bütün’le özdeşleştirilen toplum temelinde ve çerçevesinde izah edilecektir. Evet, bütünüyle bireysel bir edim olarak görülen intihar da, bireye ve topluma aşkın bir varlık olarak görülen Tanrı da, artık, ancak ve ancak sosyal bir çevrede izaha kavuşturulacaktır.
Peki ama böylece Sosyoloji ‘ilk felsefe’ katına yükseltilmiş, ‘ilk felsefe’ olarak vaz edilmiş olmuyor mu?
Evet, işbu alıntının devamında, Durkheim’ın sosyolojisini ilk felsefe olarak görmemizi haklı çıkaracak şu satırlar yer alır: “Evren ancak düşünüldüğü ölçüde varolduğu ve ancak bizatihi toplum tarafından bütünlüklü olarak düşünülebildiği için, toplum içinde yer alır, onun içsel hayatının bir unsuru haline gelir ve böylece toplum, ötesinde hiçbir şeyin varolmadığı bütünlüklü bir küme olarak görülebilir. Bütünlük kavramı da, toplum kavramının soyut formundan başka bir şey değildir. Diğer tüm sınıfların onun altında yer alması gereken [en] yüksek sınıf olarak her şeyi kapsayan bütün.”
Şu halde, Toplum “her şeyi kapsayan bir bütün”dür; Toplum’un bir “dış”ı yoktur; sanat bir yana, din de bu çerçeveyi “aşmamaktadır” hiçbir şekilde: “Uluhiyette [Dinde], suret değiştirmiş ve sembolik olarak tasavvur edilmiş toplumdan başka bir şey görmüyorum” (E. Durkheim, Les Formes Elémentaires de la Vie Religieuse, PUF).
Her şeyi Toplum’a göre ve Toplum’dan hareketle izah etmek ve kavranırlığın bizzat ölçüsünü Toplum’da aramak, ‘Toplum’dan maada’ her şeyin işbu Toplum’a indirgenmesini gündeme getirecektir kaçınılmaz olarak. Oysa, bizim zihnimizi kurcalayan mesele tam da burada yatmaktadır. Duymaya alışageldiğimiz “insan sosyal varlıktır” ifadesi, insanın insanlığını yani onu tam da o yapan şeyi tarifte isabet kaydetmekte midir tam olarak? “Sosyal olanı aşan” bir şey yok mudur insanlığımızda? İnsanlığımızın özü sosyal olmakla mı mukayyettir?
Biz, toplumu, Durkheim gibi, “ötesinde hiçbir şeyin varolmadığı bütünlüklü bir küme”, ötesi (ve berisi) olmayan ‘nihai bir bütünlük’ olarak görmeyi reddediyoruz; bu yüzden, insanın insanlığını (dolayısıyla din gibi, sanat gibi insana mahsus şeyleri) sosyal olanla (ya da sosyal alanla) mukayyet sayma görüşüne, bu görüşte yatan indirgemeciliğe itiraz yükseltiyoruz. Bu, insanın asosyal bir varlık (da) olabileceğini öne sürmek değildir basitçe. Ama bu, insanın sosyal olmakla birlikte sosyal olanı aşa-bilen bir varlık olduğunu vaz etmektir haddizatında. Tıpkı sudan ara sıra başını dışarı çıkaran, dolayısıyla suyun bir dışı olduğunu bilen balıklar gibi, insan da sosyal ortamda yaşamakla birlikte onun bir dışı olduğunu bittecrübe bilir, bilebilir. Öte yandan, başını sudan ne çıkarmak istemiş ne de çıkarmış, dolayısıyla“dışarı” ile hiç temas etmeyerek hep “derya içre” (toplumsal içre!) ömür sürmüş balıklara beşer denebilir.
Her bir kimse, sosyal olanın ötesine geçme imkânına sahiptir, böyle bir imkân hiç kuvveden fiile çıkmasa da. Burada, başvurduğumuz beşer-insan ayrımı yardımıyla, hem sosyalliğin beşer olmanın özü olarak tanımlanmasına izin verme imkânına kavuşmuş, hem de beşerden insana geçiş (trans) imkânına işaret etme fırsatını elde etmiş oluyoruz. Sonuçta, sosyal olanda kalmak beşer olmanın, sosyal olanı aşa-bilmek de insan olmanın payına düşecektir. Sosyal bir varlık olarak her beşer, sosyal olanı aşa-bilme yani insan olma potansiyeline daha baştan sahiptir; dahası, beşer olmadan insan olmak mümkün değilken, sadece beşer olmak ve hep beşer olarak kalmak yani sosyal olana massolmuş bir şekilde ömür sürmek her zaman mümkündür.
Peki ama sosyal olanın ötesine geçmekten neyi anlıyoruz? Kendini toplumdan ya da toplumsal olan her şeyden fiziksel olarak soyutlamayı mı? Burada söz konusu ettiğimiz, maddi içerimlere de sahip bir tür zihnî özgürleşmeyle toplum dediğimiz işbu “ikinci doğa”nın ötesine geçmektir ki bu da adı üstünde bir “öte” fikrine, bir “öte” duygusuna sahip olmakla mümkündür ancak. Bu fikir ya da bu duygu, bizim dünyanın veya toplumun yalnızca ‘içinde olunan’ değil, ‘kat edilebilen’ bir şey de olduğunu kavramamıza yardım edecek ve bizi “deryada olma”nın ne idüğü üzerine kafa yormaya, dolayısıyla dünyayla veya toplumla kurduğumuz ilişki tarzını elden geçirmeye sevk edebilecektir. “Dünyada, dünyada/n değilmiş gibi yaşama” idealine ve bu idealin açtığı iç açıcı ve havadar yaşama alanına işaret etmek istiyoruz burada. Bu alan, sosyologlara malzeme teşkil eden –sosyal– dinin değil, bilgisi bize sahih kaynaklardan ulaşan ed-din’in işaret ettiği bir alandır. İnsanın ve dinin hem doğa hem de tarih ötesi trans-sosyal özünü, sosyal bilimlerin asla erimine girmeyen bu alandan hareketle kavrayabiliriz.
Evet, şu durumda, insana dair daha tam bir tarif şöyle olabilir: İnsan, trans-sosyal bir varlıktır. Tekrarlarsak, suya garkolmuş bir balığın suyun dışına çıkabilmesi gibi, insan da bazı istisnai anlarda ve hallere (bu arada travmatik tecrübelerde) kendini kuşatıp sarmalayan sosyal’i kat edip (trans-) onun ötesine geçebilir – her ne kadar, sonradan, sosyal’e geri dönüş mukadder olsa da. Sanat bir yana, dinde (ama hangi din?) bu trans’ın –geçiş’in– ayrıcalıklı imkânını bulabilir ve sosyal tarafından sersemletilmişlikten, bir süreliğine de olsa, ayılma fırsatını elde edebiliriz. “Dışarı”yla bir temastır bu.
Bilhassa şu son on yıllık dönemde gözlemlediğimiz “dindarlaşma” olgusunu, dinin özünü sosyal olandan (dolayısıyla politik, ekonomik, kültürel, tarihsel olandan) hareketle belirleyen sosyolojik çerçeve yardımıyla tutarlı bir şekilde izah edebiliriz kuşkusuz. Buna göre, mezkûr “dindarlaşma” olgusunu, terimlerde çelişki gibi görünse de, konjonktürle izahı kabil “bir dünyevileşme kipi” olarak anlayabiliriz pekala. Ama, şaşaalı bir hayatı öngören o devrin mevcut sosyalliğinden, mevcut sosyal şehir ortamından, mevcut medenî hayatından bir nevi çekilme veya yüz çevirme şeklinde ortaya çıkan ilk dönem tasavvufunu ve onu belirleyen inziva gibi pratikleri nasıl değerlendireceğiz? Sosyalliğin eksikli kipi ya da inkârı olarak mı?
Oysa tasavvufî bir geri çekiliş ya da bir kendine, yalnızlığa, kendi yalnızlığına büzülme olarak inziva, sosyalliğin iptali değil de bir süreliğine askıya alınışıdır daha ziyade. İslam toplumu bilhassa Abbasilerle birlikte, ed-din’in gölgeye itilmesiyle gerçekleşen bir nevi temeddün süreci yaşamıştır ki özünde dünyevileşmeyle karakterize olan bu süreç, bazı bakımlardan bugünkü durumu andıran özelliklere sahiptir. Yerleşme, yerleşikleşme, tuttuğu yeri, mevzii, mevkii ve imkânları elden bırakmama ve bu yolla refah, rahat ve zenginlik elde etme hadisesi olarak bu temeddün süreci, medenî dindarların (veya medenî dindaşların) ed-din’e hasmane değilse de lakayt tavırları karşısında, mutasavvıf dediğimiz insanlarda medeniyet-karşıtı mukabil bir hareketi doğurmuş ve bu insanlar medeniyeti ed-din’in önüne geçiren hâkim toplumsallığa karşı, ilkin, inziva, dağlara, kırlara, medeniyetsiz alanlara çekilme şeklinde ortaya çıkan bir nevi toplumsuzlaşma ile cevap vermişlerdir. Sonra, tefessüh eden medenî hayattan istikrah getirmiş bu insanların bir araya gelmesiyle ‘toplum içi toplum’ ya da belki ‘paralel toplum’ diyebileceğimiz alternatif toplumsallık biçimleri ve bunlara ilişkin tekke, zâviye, dergâh gibi kurumlar peyder pey teşekkül etmiştir.
Bu hikayede tasavvufun asıl karakterini ayırt etmek önemlidir. Bu karaktere (sözgelimi ömür boyu toplumdan, dünyevi şeylerden ve başta evlilik olmak üzere bedeni arzulardan uzak durmayı bir yaşam biçimi olarak benimseyen Hıristiyan keşişlerin veya Budist rahiplerin durumunda söz konusu olabildiği gibi) “asosyal” denemez, ama belki de (“sosyal” olanı tanımakla birlikte onun ‘ötesine geçme’ anlamında) “trans-sosyal” demek icap eder. İnziva, tasavvufta, tamamlanıp bir kenara bırakılacak ve bazen de ara ara müracaat edilecek bir olaydır, zira aralarına dönülecek bir ihvan ve tesis edilecek bir uhuvvet vardır her zaman. Evlenmeme, seyrusülûk ile mukayyettir. Toplumdan ve toplumsal işlerden sürekli uzak durulamaz. Denebilirse tasavvufun ideali, sosyal olanın içinde/n dinin trans-sosyal özünü yakalamaktan ibarettir. Burada Nakşibendiliğin “halvet der encümen” (“Halk içinde Hak ile beraber”) ilkesi ile “dil be yâru dest be-kâr” (“gönül Yâr’da, el işte”) ilkesi geliyor ilk elde aklımıza.
Sonuçta, insan trans-sosyal imkânı kendinde taşıyan ed-din’e yöneldiği ölçüde, yalnızca Doğa’yı değil, ama ona ikinci doğa olan Toplumsal’ı da (zaman zaman ve yer yer) aşma imkânına sahip olur. Ama, ed-din bir yana, sosyal olan’la özdeşleşip sosyolojik bir mevzudan ibaret hale gelen medenî diyeceğimiz din formu ile bir başka din formu arasında tuhaf bir benzeşmeden söz etmeliyiz burada. Evet, asli bir niteliğe sahip olan bu benzeşme, Durkheim’ın araştırma konusu yapıp ondan elde ettiği sonuçları genel olarak dine teşmil ettiği “ilkellerin dini” ile bizim burada güncel “dindarlaşma” bahsinde dünyevileşmenin bir kipi olarak söz konusu ettiğimiz “medenîlerin dini” arasındadır. Ha ilkel, ha medenî… her iki durumda da kişi, son tahlilde, toplumda, dünyada ya da toplumsal dünyada massolmuş olarak kalır; dolayısıyla, her iki durumda da, dine içkin trans-sosyal imkân berhava edilir.
İnsan, yalnızca birinci doğasını değil, dahası ikinci doğası olan Toplum’u da delip öteye geçebildiği ölçüde adına liyakat kesp edecektir. Toplumsuzluğu özlemiyoruz, toplum-dışılığa can atmıyoruz; biz, toplum zindanında boğulanlar, delikli, havalı, havadar, güneşli bir toplum istiyoruz –hepsi bu!
(YENİ ŞAFAK KİTAP, 07.03.2012)