
“Ben hasta bir adamım... Kötü bir adamım. Antipatik bir adamım.”
Böyle başlar anlatmaya “Yeraltı Adam”ı.
Ne iç dökmek için ne de anlaşılmak umuduyla.
Sadece yazmak için.
Çünkü bazen yazmak, insanın kendine bile söyleyemediği şeyleri satırların arkasına gizleyerek var olma biçimidir.
Yeraltı Adamı ne kahraman ne kurbandır.
Ne dünyaya karşı savaş açmıştır ne de ona boyun eğmiştir.
O, yalnızca kenarda durur.
İzler.
Yargılar.
Ve her cümlesinin arkasında titreyen o rahatsız edici dürüstlükle, kendini de parçalar.
Bu karakterin en çarpıcı özelliği; hiçbir yere ait olmamasıdır.
Topluma değil, ideallere değil, inanca değil.
Ama daha acısı: kendine bile ait değildir.
Yeraltı, sadece bir mekân değil; bir ruh hâlidir.
Kendini yücelten ama aynı anda küçümseyen bir zihnin, karanlıkta yankılanan iç sesidir.
Orada zaman bükülür, hakikat bulanır, duygular sessiz bir ağıt gibi çöküp kalır.
O yeraltında ne bir sığınak vardır ne de bir çıkış yolu.
Sadece düşüncenin bitmeyen döngüsü.
Her şeyin neden olmadığını açıklamak için harcanan sonsuz çaba.
Modern insanın çoğu zaman fark etmeden içine düştüğü o boşluk hissi, Yeraltı Adamı’nda her satıra sinmiştir.
Çünkü o, bu boşluğu inkâr etmez.
Onu süslemeye çalışmaz.
Tam tersine, onun içinde oturur.
Ve oradan konuşur.
Yalnızlığı sahici, öfkesi köksüz, ironiyle kuşanmış ama derin bir acının içinden damıtılmıştır.
Onun için özgürlük, sahte bir kavramdır.
Aklın insanı kurtaracağı fikri ise gülünç bir kandırmacadır.
Çünkü o bilir:
İnsan, çoğu zaman kendisine bile düşmandır.
İyiliği, erdemi, doğruyu bildiği hâlde seçemeyebilir.
Seçmediği için de acı çeker.
Ama o acıya da sıkı sıkıya tutunur.
Çünkü başka hiçbir şey artık gerçek gibi gelmez.
Yeraltı Adamı, başkalarının gözünden nasıl göründüğünü umursamaz gibi yapar ama satır aralarında sürekli kendini ifşa eder.
Bu, narsisizmin değil; çıplak farkındalığın yarattığı bir iç savaşın izidir.
O ne ilgi ister ne sevgi.
Ama reddedilmenin her zerresinde incinir.
İçsel tutarsızlık, onun karakterini değil, varoluşunu tanımlar.
Bir şeyi istemekle, onu hak etmek arasındaki boşlukta yaşar.
İletişim kurmakla, anlaşılmaktan korkmak arasındaki uçurumda…
Ve bu uçurumun kenarında, yalnızca düşünce değil, insanın kendisi de parçalanır.
1983 yılında Merzifon’da doğdu. 2006 yılında Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Kimya Bölümü’nden mezun oldu. 2010 yılında İstanbul Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Kimya Bölümü’nde Tezsiz Yüksek Lisansını tamamladı ve pedagojik formasyon eğitimini alarak öğretmenliğe adım attı.Yaklaşık 15 yıl boyunca Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlı çeşitli kurum ve kuruluşlarda, engelli bireyler ve destek ihtiyacı olan çocuklarla çalıştı. Bunun yanı sıra çeşitli eğitim kurumlarında Kimya ve Fen Bilgisi öğretmeni olarak görev yaptı. Hâlen öğretmenlik mesleğini büyük bir tutkuyla sürdürmektedir.Edebiyat alanında özellikle çocuklara yönelik içerikler üretmekten büyük bir mutluluk duyan yazarın, 2025 yılı Mayıs ayında, 3–6 yaş grubuna hitap eden “Hızlı Koşanlar Kasabası” ve “Benim Adım Cesur” adlı iki kitabı yayımlandı.Aynı zamanda Merzifon Bilgi Gazetesi’nde “Hikâye Bahçesi” adlı köşede düzenli olarak yazılar kaleme almakta; kişisel blogu üzerinden de yazın yolculuğunu paylaşmaktadır.İlk yayın deneyimini, 2025 yılında ‘23 Nisan Dergisi’nin özel sayısında yayımlanan “Egemenlik Ormanı” adlı öyküsüyle yaşadı.2025 Temmuz ayında yayımlanan Derin Kalem Dergisinin ikinci sayısında ise Gabriel Garcia Marquez'in "Yüzyıllık Yalnızlık" eseri üzerine kaleme aldığı "Zaman Unutur, İnsan Tekrarlar: Macondo'da Yalnızlık Üzerine" başlıklı inceleme yazısı yayınlandı.