Menu
Hayal Edilmiş Bir Kadının Trajedisi: Emma Bovary ve Sahte Gerçeklikte Kaybolmak
Deneme/İnceleme/Eleştiri • Hayal Edilmiş Bir Kadının Trajedisi: Emma Bovary ve Sahte Gerçeklikte Kaybolmak

Hayal Edilmiş Bir Kadının Trajedisi: Emma Bovary ve Sahte Gerçeklikte Kaybolmak


“Mutluluk, belki de beklediğimiz bir mektubun hiçbir zaman gelmemesidir.”

— Flaubert 


Bazı hayatlar yaşanmaz, sadece hayal edilir.


Flaubert’in Madam Bovary adlı romanı, Emma’nın bir ömür boyu içinde yaşamak istediği hayalin nasıl bir trajediye dönüştüğünü anlatır. Emma için aşk, evlilik, zarafet, tutkular ve güzellik; hepsi gerçek değil, birer kurguya dönüşmüştür. O, başkasının yazdığı hikâyeleri kendi hayatının gerçeği sanır.


Ve bu yüzden, zamanımızın insanına tuhaf biçimde benzer.


Bugün de kim olduğumuzu hayal ederken, gerçekte kim olduğumuzu unutuyoruz.


Emma, gençliğinde okuduğu romantik romanların büyüsünden hiç çıkamaz. O kitaplar, ona hayatın çok daha coşkulu, tutkulu ve parlak bir versiyonunu sunmuştur. Ne zaman gerçek hayata dönse, içi daralır. Hayal ettiği dünya ile yaşadığı kasabanın boğucu rutini arasında sıkışır.


Emma Bovary’nin en büyük trajedisi, yaşamak istediği hayatın hiçbir zaman ona ait olmamasıdır.


“Ben bu hayatı seçmedim,” der gibi bakar dünyaya.

Ama seçim yapmak yerine, kaçmayı tercih eder. Kitaplara, hayallere, aşklara, kıyafetlere… Hepsi birer sığınaktır, ama hiçbiri kendisi değildir.


Bugün de çoğumuz, ideal bir hayat kurgulamakla meşgulüz. Okuduklarımızla, izlediklerimizle, sosyal medyada takip ettiklerimizle bir “olmamız gereken” figür yaratıyoruz. Gerçek hayattan çok, o kurgunun içinde var olmak istiyoruz.


Emma’nın mutsuzluğu sadece duygusal değildir; aynı zamanda maddi bir doyumsuzlukla da beslenir. Elbiseler, eşyalar, parfümler, mobilyalar… Gittikçe büyüyen bir alışveriş listesi, gittikçe küçülen bir iç dünya.


O, eşyaları satın alırken aslında bir kimlik satın almaya çalışır.


Bu yönüyle Emma, modern dünyanın ilk “tüketici kadın” figürlerinden biridir.

Ve bu tüketimle gelen boşluk duygusu, günümüzde çok daha yaygın:


Her şeyin satın alınabildiği bir dünyada, neden hâlâ bu kadar eksik hissediyoruz?


Bugün biz de ekranlarımızı kaydırarak, sepetlerimize ekleyerek, indirimleri kovalayarak kendimizi tamamlamaya çalışıyoruz. Ama eksiklik eşyada değil, kendimize ait bir anlam inşa edemeyişimizde.


Emma’nın aşka olan ihtiyacı, gerçek bir duygudan çok bir role dönüşür. Âşık olmak ister çünkü romantik bir kahraman gibi hissetmek ister. İlişkilerinde tutkudan çok kurgu vardır.


Onun için aşk, bir hissiyat değil; yaşamak istediği senaryonun gereğidir.


Bugün de ilişkilerde sıkça buna rastlıyoruz:

Gerçek bağ kurmaktan çok, görünmek için, paylaşmak için, anlatmak için kurulmuş “aşk hikâyeleri.” Emma’nın hayal ettiği aşk, belki hiçbir zaman var olmadı. Ama o, hayal etmeye devam etti.


Bazen bir hayalin peşinden gitmek, gerçek bir hayatı kaçırmaktır.


Emma, dışarıdan bakıldığında zarif, güzel, kibar bir kadın.

Ama içeriden kırılgan, yorgun ve yalnız.


Onun hayatı bir cam vitrinin arkasında geçer: herkes onu izler, ama kimse gerçekten göremez.

Ve bu da onu daha da yalnızlaştırır.


Bugünün insanı da bir vitrin kurmakla meşgul:

Güzel pozlar, seçilmiş cümleler, şık profil fotoğrafları…

Ama vitrinin arkasında ne var?


Emma Bovary’nin trajedisi, yalnızca aşkı bulamaması değil; asıl trajedisi, kendini bile bulamadan yok olmasıdır.


Romanın sonunda Emma’nın intiharı, sadece bir kadının ölümünden ibaret değildir.

O, bir hayalin yavaş yavaş çöküşüdür.


Tüm o renkli hayat hayalleri, parıltılı kıyafetler, tutkuyla arzulanan aşklar; hepsi bir boşlukta kaybolur.

Sessiz, yavaş ve acı dolu bir şekilde.


“Mutlu son diye bir şey yoktu. Çünkü başlangıçta gerçek yoktu.”


Günümüz insanı için de bu çöküş daha görünmez.

Emma, arsenikle ölür. Biz bildirimlerle, yorgunlukla, dikkat dağınıklığıyla...

Yavaş yavaş siliniyoruz. Kim olduğumuzu unutmadan önce, kim olmayı hayal ettiğimizi unutuyoruz.


Emma Bovary olmak istemiyoruz belki, ama onun hayalini yaşamayı sürdürüyoruz.

Biraz daha güzel görünsek, biraz daha tutkuyla sevsek, biraz daha “ilginç” olsak sanki her şey değişecek gibi geliyor.


Ama Emma’nın hikâyesi bize şunu hatırlatıyor:

“Kurgulanmış hayatlar, içeriden çürür.”


Ve dışarıdan parıldayan o cam vitrin, içeriden çatladığında ses çıkarmaz.

Sessizliktir en büyük çöküş.


Bugün, kim olduğumuzu kendi ellerimizle kurmadığımız sürece, her şey Emma’nın hikâyesine benzemeye devam edecek.


Ve bir gün birileri bize baktığında, belki şöyle fısıldayacaklar:

“Bu hayat onun muydu, yoksa sadece ona uygun görülen bir rol müydü?”


Ayşe

1983 yılında Merzifon’da doğdu. 2006 yılında Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Kimya Bölümü’nden mezun oldu. 2010  yılında İstanbul Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Kimya Bölümü’nde Tezsiz Yüksek Lisansını tamamladı ve pedagojik formasyon eğitimini alarak öğretmenliğe adım attı.Yaklaşık 15 yıl boyunca Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlı çeşitli kurum ve kuruluşlarda, engelli bireyler ve destek ihtiyacı olan çocuklarla  çalıştı. Bunun yanı sıra çeşitli eğitim kurumlarında Kimya ve Fen Bilgisi öğretmeni olarak görev yaptı. Hâlen öğretmenlik mesleğini büyük bir tutkuyla sürdürmektedir.Edebiyat alanında özellikle çocuklara yönelik içerikler üretmekten büyük bir mutluluk duyan yazarın, 2025 yılı Mayıs ayında, 3–6 yaş grubuna hitap eden “Hızlı Koşanlar Kasabası” ve “Benim Adım Cesur” adlı iki kitabı yayımlandı.Aynı zamanda Merzifon Bilgi Gazetesi’nde “Hikâye Bahçesi” adlı köşede düzenli olarak yazılar kaleme almakta; kişisel blogu üzerinden de yazın yolculuğunu paylaşmaktadır.İlk yayın deneyimini, 2025 yılında ‘23 Nisan Dergisi’nin özel sayısında yayımlanan “Egemenlik Ormanı” adlı öyküsüyle yaşadı.2025 Temmuz ayında yayımlanan Derin Kalem Dergisinin ikinci sayısında ise Gabriel Garcia Marquez'in "Yüzyıllık Yalnızlık" eseri üzerine kaleme aldığı "Zaman Unutur, İnsan Tekrarlar: Macondo'da Yalnızlık Üzerine" başlıklı inceleme yazısı yayınlandı.

Daha fazla görüntüle