Batı’nın Hıristiyan/Judeo özü İslam’ın Akdeniz’e ulaşması ile Tanrı’nın sözü vasfını kaybetti. İslam “Doğu”dan geldi ama doğuya ait bir din değil. Buna rağmen “önce logos vardı” diyen ve güneşin battığı yerde yaşayan topluluklar için İslam Doğu’ya aittir. Bir Doğu- Batı çatışması için ilk elde en temel gerekçe, Mesih’in hâlâ gelmemesi, Doğu’da ise bir peygamberin hem de “logos” ile zuhuru olsa gerektir. Hristiyan düşüncede İsa, Logos yani kelimedir. İsa, aynı zamanda tanrıdır (Yuhanna 1: 1) “Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı” (Yuhanna 1: 1: 5). İslam, en çok Hıristiyanlığın “Tanrı’nın Görünürlüğü” tecessümü/beşeriliği teolojisini yıkmakta ve bu teolojiyi savunmasız bırakmaktadır. Logos’un Hıristiyanlıktaki görünen ve konuşan tanrı olmasından, İslam inancındaki okunan ve zikredilen Kitab’a/Beyan’a dönüşmesi kendiliğinden “Batı” gerçeği üretmiştir. Rudyard Kipling bu ayrışmayı şöyle ifade etmişti: “East is east and west is west. And never the twain shall meet: Doğu,doğudur. Batı da batıdır. Bu ikisi asla birleşmeyecektir.” Şahin Uçar da bir makalesinde “Orient, malum şark demek, orientation, ‘şarka yönelmek suretiyle cihet tayini’ demektir. Yani güneşin doğduğu istikamete bakarak sağımızı solumuzu öğrenir; kendimize bir istikamet tayin ederiz. Demek oluyor ki, orientation ‘vaziyet tespiti ve istikâmet seçmek’ manasına gelir… Romalılar, ‘ex oriente lux, ex occidente lex’ derlerdi: Işık doğudan, kanun batıdan gelir. İşte tarih felsefesi” (UÇAR, 1992: 108). Tarih felsefesi önemli; çünkü Batı düşüncesinde tarih insanın olmak meselesi. Aynı zamanda bu mead’a yönelmeyen bir düşünme biçimi; zaman’ın yere düşürülmesi, ruhsal cevherden tensel güdülere evriliş. Aklın maddîlik üzerinde, şeyiyyet üzerinde egemenleşmesi.
Batı ile Doğu’nun çatışması sadece mesih/peygamber çatışması değil. Mısır ve Fırat arasındaki topraklar Tekvin’e göre İbrahim (as)’e vaad edildi. Ancak İbrahim (as)’in iki evladı oldu: İshak ile İsmail. İshak’ın Judeo- Hıristiyanların ve İsmail’in de Arapça kıraat edilen Kur’an’ın kendisine indirildiği Hz. Muhammed’in atası olduğu hatırlandığında Judeo- Chırist toplumlar ile Müslüman toplumların Mısır ve Fırat arasındaki topraklar üzerinde birbiriyle mücadele içinde kalacağı açıktır. Burada Müslümanlar tabirini “Araplar” terimi ile karşılamadığımı tekrar vurgulamak istiyorum. Dolayısı ile bu çatışma Judeo- Chırist Batı toplumları ile Araplar arasında değildir. Bütün Müslüman Asya, Batı’nın Judeo- Chırist olarak belirlenmiş dünyasının saldırganlığına muhataptır. Nihayet itibari ile İbrahim’e vaad edilmiş topraklar üzerinde Müslümanlar da ilahi bağışın muhatabıdırlar. Çatışma bu nedenle öncelikle Batı, Judeo-Chırist dünya için kaçınılmaz görünüyor. Hıristiyanlar bir bakıma içi dışına çevrilmiş Yahudidirler. Yahut şöyle ifade edilmeliler: Hıristiyanlar, neo- Yahudi; Ortadoğu’daki İsrail, neo- Haçlılıktır. Ancak burada şöyle bir şey ortaya çıkıyor: İslam, Hıristiyan- Yahudi inancını yok etmek ya da vaat edilmiş toprakları ele geçirmek için savaşıyor değil. İlahi bir paylaştırma gereği Yahudi- Hıristiyan toplumsal yapılar Arabistan ve Ortadoğu’dan atıldılar. Dolayısı ile Judeo-Chırist kültür kendi logos’u,“tanrısallığı” açısından gurbettedir/ yersizyurtsuz kalmıştır. Kendi toprağına giremeyen Judeo-Chırist kimliğin meşruiyet ve sahihlik krizi yaşaması tabiidir.
Judeo-Chırist algının çatışma miti ile ilgili üçüncü bir husus, İslam’ın vahyedilmesinden sonraki çok kısa bir zaman aralığında Mısır’dan hemen bütün Kuzey Afrika kuşağına ve Arabistan’dan Irak- Suriye topraklarına ulaşmasından kaynaklanıyor. Bu saha kaynakları yetersiz Avrupa kıtası için bereketli toprakları ifade ediyor. Ayrıca daha uzak coğrafyaların zenginliklerine ulaşılacak ticari yollar üzerinde bulunuyor. Modern zamanlar için bu sahanın enerji/su/gıda kaynaklarına haiz jeopolitik önemi inkar edilemez. Aynı zamanda bu bölge Kur’an’da dünya kentlerinin anası/ Ummul Kur’a diye bahsedilen Mekke’nin merkezileştiği bir sahayı ifade ediyor. Bölgeye yönelik büyük bir insanî ve ticarî hareket var. Oysa Arabistan çöldür. Batı düşüncesi ve uygarlığı tarihsel tüm önemine rağmen bu evsafta bir merkezîlik tesis edemedi. Roma’nın merkeziliği bile Ortodoks ve Protestan parçalanmaya uğradı. Doğal olarak Batı, kendi merkeziliğini inşa edebilmek adına yoğun bir nüfus politikası uyguluyor. Bu politika “saf ırk- Beyaz ırk” ideolojisini zaruri kılıyor. Hem Batı dışı toplumların ekonomik kaynaklarını Batı’ya taşımak ve hem de Beyaz ırk’ı hep belirli bir nüfus sınırında tutmak gerekiyor. Batı’nın merkeziliğinin temel nedeni bu talan ve ırk siyasetidir. Çatışmanın temeli, kurduğu siyasal sistemin Batı’ya haiz olduğu, biricikliği iddiasına dayanıyor. Bunun seküler bile olsa yeni bir kutsallık arayışına hizmet ettiğinin inkarı mümkün değildir.
Müslümanların Akdeniz’e ulaşması Batı’da Roma’nın bakiyesi topraklarda büyük bir ekonomik dönüşüme neden oldu. Müslümanların 711’de İspanya’yı fethi ile Avrupa bütünleşmiş bir feodal toplum düzenine geçti. Dolayısıyla Batı’nın Doğu ile kültürel çatışmasının gerisinde Papa’nın “Tanrısal Krallığı”nda Kuzey Avrupa ile Güney Avrupa’yı (Cermenler ile Roma’yı) bütünleştirmesinin getirdiği mecburiyetler vardı. Avrupa/Batı varlığını aynı dini inanç altında bütünleşmeye borçluydu. Feodalizm İslam’ın Akdeniz’e çıkışının zorladığı bir Avrupalılıkdı.Yoksa Marks’ın ifade ettiği gibi köleci toplumların praksis gereği feodal topluma tarihsel evrimi değildi. Sonraları Yahudilik, Protestanizmle birlikte Hıristiyanlaştı. Ancak bu dahi İslam’ın Batı’ya doğru yürüyüşünün getirdiği bir zorlamadır.1453’te Müslümanlar İstanbul’u fethetti. Müslümanların İspanya’dan çıkarılış tarihi ise 1492’dir. Batı toplumları için Müslümanların Avrupa’da yürüyüşü hep “Yeni Yahudilik” gibi algılandı. İspanya’da anti-semitizmin Reconquista politikalarının sonucu olarak ortaya çıkışı tesadüf değildi. Anti-semitizm temelde Yahudi karşıtlığı anlamına gelmemektedir; işin gerçeği o “Sami Karşıtlığı” anlamında kullanılıyordu. Sami, yani İbrahim’in iki oğlu İshak ve İsmail’in çocukları. Oysa Batı, Roma-Germen halklarıdır. İsa, Tanrı’nın hidayetini kaybetmiş Sami’ler için olduğundan daha çok, Yahudi olmayanlar için müjde getirmişti. Dolayısıyla Batı, içindeki Sami’liği çıkarmak, onu bünyesinden atmak zorunluluğu ile davrandı. Anti-semitizmi üreten Batı oldu. Ama böylelikle onu Hristiyanlaştırarak yine içine aldı. Bu çerçevede İsrail’in Avrupa dışında ve Protestanlığın Batı’da mekan tutması ilginç bir kırılmadır. Yahudilik kovgun ve Protestanlık başkalaşımdır.
Böylece Batı’nın Batı- dışı toplumlarla savaşımının dini temellerini görmüş olduk. Batı toplumları Batı dışı toplumlara karşı hep Doğu’nun idrak edemediği teknik-tefekkür ile saldırdı.Üstelik bu, kutsanmış bir teknik/tefekkür oldu. Doğu, Batı’nın tekniğini Batı’lı felsefeden bağımsız bir maddi dünya hakikati şeklinde algıladı. Doğu’nun Batı’nın ilmini almanın gereğinden bahsetmesi bundandır. Aslında bunun düşünsel bir felç, Doğu hayat zihniyetinin Batılılaştırılması olduğu anlaşılamadı. Ziya Gökalp, medeniyetin bilimsel kavramları, teknik aletleri, ekonomik ürünleri, taklit ve değiştirme yolu ile bir halktan diğer halka geçer (GÖKALP, 1992: 29) dediğinde bu fikir Batı’ya karşı düşünce ufkumuzun çaresizliğini ilan etti. O’nun ve Müslüman aydınların gözünde “medeniyet değiştirilebilir” bir şeydi. Medeniyeti teknik- eşya şeklinde algılayan düşünürlerin yakalandığı kaçınılmaz yabancılaşma budur. Müslüman dünyadan Batı’ya bir karşı- ideoloji verilememesinin temelinde tekniğin düşünceden müstakil olarak kavranması yatmaktadır. Bizim Batı’nın saldırılarına karşı koymak için seçtiğimiz silah, onunla Batı’nın kendisini yenemeyeceğimiz Batı’ya özgülenmiş bir silahtır. Teknoloji ve onu üreten bilim ayrılmaz bir bütünlüğe sahiptir. Marks’ın insan varlığını üretim içgüdüsüne çevirmesine benzer bir güdülenmeye yakalandığımız farkedilmedi. Elde ettiğimiz “gelişme” ile, Batı’nın teknik düşüncesini dengelediğimiz, diğer taraftan kültürel kimliğimizi koruyabildiğimiz inancına varıyoruz. Oysa bu, değer dünyamızın çöküşünü tahkim etmekte, Batı ile aramızdaki teknolojik farkı da kapatmamaktadır. Batı’nın dünyevî görüngüsüne her yaklaştığımızda Batı’da yeni bir düşünme biçimi ortaya çıkmakta ve Batı ile aramızdaki teknik fark yeniden üretilmektedir. Bir anlamda Müslümanlar Batı’nın tarihi üzerinde bilinçsizce yürümektedir. Müslümanların Batı tarihi üzerinde yürüyüşü, tarihi Batı’dan devralmaya yönelik iştiyakı olumlamalı mıdır? Batı düşüncesi insanın “tarihsel bir varlık” olduğu fikrine intisâb etmiştir. “İnsan özgürleşecektir!” demişlerdir. Batı ülküsü, insanın doğayı dönüşüme uğratarak aynı zamanda kendini de dönüşüme uğratacağı fikrindedir. Herder, “İnsanlık, her zaman, insanların kendilerinin yapabildikleri, kendi istek ve güçleriyle oluşturdukları şey olmuştur. İçinde bulunduğu durumdan hoşnut göründüğü, örneğin zamanın büyük devletinde bu durumu daha da iyileştirmek için eldeki gereçleri geliştirip olgunlaştırmayı denemediği sürece; insanlık, yüzyıllar boyu yerinde sayar ve olduğundan başka bir şeye dönüşmeden öylece kalır. O, tanrının ona kullansın diye verdiği silahları, yani aklını, gücünü … kullanmaya geçtiği oranda sanatsal bir yüksekliğe çıkmış, kendini cesurca yapmaya koyulmuş olur” (HERDER, 2006: 28) demektedir. Herder, hümanite insan doğasının amacıdır ve Tanrı bu amaçla, soyumuzun kaderini kendi ellerimize vermiştir, iddiasındadır: İnsan kendisini yapar; o kendi durumunu, kendisi için daha iyi bildiği şeye göre kendisi kurar. “O, kendinden etkide bulunan bir doğa olmak ve hiçbir doğadışı mucizenin etki etmediği kendi özgür eyleminin çevresinde kendisini kurmak zorundadır… Tanrı, insanı sanki yeryüzünün tanrısı kılmıştır. Tanrı insanlığa, hatalarını gidermesi için mucize göstererek yardım etmez.” Tersine hataların sürmesine izin verir ki, hatalarını daha iyi öğrensinler diye. Oysa İslam düşüncesinde tarih felsefesi bu mecrada yürümemektedir. İnsanın Allah’ı tarihten dışarı iteleyerek yaşayacağı bir zamandan bahsedilemeyecektir. İslam Batı’lı söylemin ürünü olmadığı için, Batı düşüncesinin teorik tartışmalarının dışında kalmakta ve onların eleştirisi olmaktadır. Ancak bu eleştirinin modern dünyada Müslümanlarca yetkin biçimde yerine getirildiği şüphelidir.
Baykan Sezer bu eleştirilerden biri olarak, Batı’nın Üç Hal Kanunu (Auguste Comte), Sınıf Çatışması (Marks) gibi kavramlar geliştirdiğine işaret ederek bizi Batı’ya ulaşmaktan meneden tarihi mesafenin/ farklılığın oluşturulmasından bahsediyor: “Batı, kendi uygarlığını yeryüzüne yaymak istemektedir. Kendi kurduğu ve geliştirdiği düzeni yeryüzünde egemen kılmak amacındadır. Bu düzen Batı’ya göre uygarlıktır. Bütün ulusların benimsemesi gerekli bir mutlaktır. Ancak bu düzenin, uygarlığın getirdiği nimetleri ve üstünlüğü bütün uluslarla paylaşmaya yanaşmamaktadır. Batı’nın getirdiği düzen bütün uluslarca benimsenmelidir. Bu düzen uluslararasıdır ve uygarlığın ta kendisidir. Ama bu düzende ulusların yerleri bir olmayacaktır. Aralarındaki farklılıkları korunacaktır. Kültürde ortaklık söz konusu değildir” (SEZER, 1997: 60). Bu farklılığı Batı’nın kolonyalizm/salgırganlık istenci ile hareket ettiği hükmüne varmadan aşmamız mümkün görünmüyor.
Batı’da gelişen demokrasi, özgürlük, bireysel sorumluluk, bağımsızlık, eşitlik gibi kavramlar Doğu’nun büyülenmişliğe uğramasının neticesi olarak değer kazanmıştır. Batı’nın değerleri askerî nitelikte olup savaşçı olmayan halk kesimlerine yöneliyor. İngilizlerin, Fransızların, Nazilerin ve ABD’nin sistematik savaşı orduların çatışması değildi. Bugün de modernizmin askerî harekatı silahsız kitlelere yönelmektedir. İdeolojiler ve söylemler bu saldırılara meşruiyet vermek için kullanılmaktadır. Asya toplumlarının aydınları söylemler üzerinden esir alınmıştır. Örneğin bütün dünyada faşizm, bir düşünce biçimi olarak lanetlidir. Oysa Naziler yenilmeseydi, Faşizm bir dünya perspektifi olarak yaygın kabul görecekti. Batı’lı paradigma Reconquista politikalarını ve Yahudiliğin zorla Hristiyanlaştırılmasını faşizm olarak değerlendirmekten özenle kaçınıyor. Wallerstein& Balibar İspanya’da tatbike konulan Reconquista’nın analizini faşizm üzerinden değil “kültürcü ırkçılık” kavramı üzerinden yapmakla bunu gösteriyor: “Esas gücünü sahte biyolojik bir ırk kavramından almayan bir ırkçılık hep varoldu ve bunun prototipi de antisemitizmdir. Aydınlanma çağı Avrupası’nda, hatta Reconquista ve Engizisyon İspanyası’nın dinsel Yahudi düşmanlığına getirdiği devletçi ve milliyetçi sapmadan bu yana belirginleşmeye başlayan modern antisemitizm, daha o zamandan, “kültürcü” bir ırkçılıktır. Bedensel izler kuşkusuz düşsel olarak büyük bir yere sahiptirler, ama biyolojik bir soyaçekimin işaretleri olmaktan çok, derin bir psikolojinin, manevi bir mirasın izleri olarak. Denilebilir ki bu işaretler, ne denli zor görülebilirse o denli belirticidirler ve Yahudi ne denli “ayırt edilemez” ise o denli “gerçek”tir. Özü kültürel bir geleneğin, törel bir parçalanmanın mayasının özüdür. Antisemitizm çok üst düzeyde “farkçı”dır ve günümüzün farkçı-ırkçılığı biçimsel olarak birçok bakımdan, genelleştirilmiş bir antisemitizm gibidir.” (WALLERSTEİN- BALIBAR, 2000: 35). İspanya Reconquista ile Yahudi ve Müslümanları “Yeniden Hıristiyanlaştırma”ya tabi tutuyor ve bir bakıma adı konmamış Haçlı Seferi uyguluyordu. Said Halim Paşa’nın “Şimdi artık Doğu, ‘Haç’ adına değil, ‘Medeniyet’ ve ‘İnsanlık’ uğruna tecavüze uğruyor. Müslümanlar, artık görünüşte dinlerinden dolayı ayıplanıp hakarete uğramıyorlar, ama Avrupa ihtiraslarının tatmini için gerekli pazarların, lüzumlu mahlûkatı sayılıyorlar” (PAŞA, 1991: 131) diyerek ifade ettiği şey de faşizm idi. Faşizmin kötülüğünü gösteren Batı felsefesidir. Kötü’yü üreten de Batı’nın kendisidir. Bu felsefe ile “kurban edilmiş” Yahudilikten Batı için işlevsel bir ideoloji çıkarıldı. Ancak bu hadisede ilginç olan, kendisi de bir Yahudi olan Einstein’ın ürettiği atom bombasının Batı-dışı bir topluma yönelik olarak kullanılmasıdır. Buna rağmen aydınlar Amerikan pragmatizminin Alman faşizminden daha beter olduğundan bahsetmemeye çalışıyor. Aydınlar bir miktar otoriter gördükleri muhataplarına “faşist!” diyerek ötekileştiriyor. Bu bir yanılsamadır, kendi dilini kaybetmişliktir. Asya’lı olduğunu unutmuşluktur. Çünkü faşizm öncelikle Batı refleksidir. Amerika’nın dünya için tehlikeli bir ülke olduğundan bahsedenler, onun “Birleşik Avrupa” kimliğini saklamaktadır. Avrupa’nın Amerika, Afrika, Hindistan kıtalarında masum erkek- kadın ve çocuklara yönelik vahşeti; ABD’nin Kızılderililere yönelik kanlı tarihi; Vietnam, Japonya, Irak üzerindeki kirli yürüyüşü Batı’dan topyekün manada bir değer beklememizi imkansızlaştırıyor. Ancak Batı, entelektüel verimleri, sinaması, spor karşılaşmaları, draması, vs. kültür endüstrisi mamülleri ile Batı-dışı dünyayı illizyona uğratıyor. Asya bu mamülleri haz ederek satın alıyor. Bu Batı- dışı dünyadaki adamın vaktinin, tarihinin, servetinin tekrar çalınmasıdır. Herder’in hümanizm dediği değerler Japonya’da iki kentin “üstü açık insan fırını” haline dönüştürülmesi ile yeniden hatırlandı. Dolayısıyla Avrupa’da Yahudiliğe eziyet eden Batı’nın günah bedelinin Batı- dışı bir topluma ödettirilmesi, Batı’nın düşünüş biçiminin Doğu’ya saldırmayı caiz gören bir üstünlükten baktığını gösteriyor. Müslümanlar böyle bir silahı hiçbir zaman -hele askerî olmayan hedeflere- kullanamadığına göre, Batı düşüncesinin zorba ve insanlık dışı teknikle ifade edildiği gerçeğinin karşısındayız. Bugünkü makina Müslümanların Allah’a yöneliş ve toprakta yaşayışının ürünü bir düşünceden gelmiyor. Batı düşüncesi için makina “alet yapan insan”ın ürünü. Bu demektir ki, alet yapamayan insan, kategorik anlamda “insan” değildir. Varlığın tanrıdan arındırılması ve insanın tanrılaşarak mekanı dünyevileştirmesi, İslam’ın asla bağdaşamayacağı tefekkür biçimidir. Batı düşüncesi evrenin içinde açılmış bir delikten geçme umuduyla öte dünyayı bulmaya çalışıyor. Bu tanrıyı teknikle arayıştır. Bu şekilde bulunamayacaktır. “Dasein, dünyaya düşkündür ve zaten onun için düşmüştür.” Heidegger’in Dasein’i dünya içinde varlıktır. Oysa İslam adamı “mead/öldükten sonraki hayat” için yaşar. “ve inned dârel âhırete le hiyel hayevân/ muhakkak gerçek hayat ahiret vatanıdır” (29 Ankebut 64). İslam adamının öte dünyaya geçişi “ölmeden önce ölmekle” başarılabilecek bir maneviyatla ilgilidir. Bu nedenle Batı adamı dünyaya sıkışmıştır, dünyayı tavaf etmektedir. Bu tavaf dünyayı putlaştırmaktadır. Batı, insanın şehvet/ işçi/ biriktiren/ alet yapan/ tanrı olma temayülüne fısıldayarak onu dünyevileştirmektedir. Ölmeden önce ölmek, dünyevileşmekten, Allah’ı unutuştan silkinmek demektir. İslamcılığın en büyük problemi, kendisinin Asya’nın, mazlum halkların sesi olduğunun idrakine varamamış bulunmasıdır. Bunun için yerlilik eleştirilmektedir. Oysa yerlilik bizim buralı olmak, Batı’nın ise burada bulunmamak gerekliliği ile ilgilidir. Biz buradayız çünkü Kâbe, peygamberler, tarihsel manada salih adamlar, mazlumlar, madunlar, sömürge halklar, kanaatkar adamlar, paylaşmayı bilen kültürler buralıdır.
İslam, Batı- Doğu arasındaki çatışmayla yayılmış bir dindir. Böyle bir çatışmaya rağmen Müslümanların tarihinde hiçbir dönem gayrımüslimlere yönelik olarak kitlesel imha, zorla din değiştirtme, malların müsaderesi, kadınlara tecavüz şeklinde sıralanabilecek utançlar yaşanmadı. İva Andriç, Drina Köprüsü üzerinde Kazıklı Voyvada tarafından kazığa geçirilmiş insanları anlatırken Batı’nın habisleşmiş ruhuna ayna tutuyordu. Batı, içindeki Hannibal’ı sürekli dışına sızdırıyor. İslam’ın Batı karşısında çatışmacı yapısının önemi, bu hastalıklı kişiliğin insanlığa vereceği zararları önlemekle ilgilidir. Ayrıca İslam’ın önemi, savunmasız Yakın Doğu’da askerî bir işlevi yerine getirmesinden ileri gelir. İslam’ın Batı’yı Avrupa içlerine sürmesinin temel nedeni fetih’tir ve hep öyle kalmıştır. Doğu savunması, İslam ile bir anlam kazanmışdır. Yakın Doğu’da ülkeler, uygarlıklarını korumak için gerekli askerî savunmayı organize etme ve kendileri örgütleme imkanından yoksundurlar. Bu topraklarda bize yönelik bir kavga vardır. Kavgayı Yakın Doğu’dan insanlığa yönelik tehdidin üreticisi Batı içine çekmek, düşünceyi değiştirecek, modern tekniğin Allah’tan kopmuşluğunu deşifre edecek yeni bir siyasal dilin inşası ile mümkündür. Böyle bir dilin Hristiyanlığı Haçlılıktan; Yahudiliği ise Siyonizm ile Engizisyondan kurtaracağı bile söylenebilir.
-GÖKALP Ziya, Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak, Toker Yayınları, 1992
-HERDER, İnsanlık Tarihi Felsefesi Üzerine Düşünceler, Tarih Felsefesi- Seçme Metinler içinde, DoğuBatı yayınları, 2006
-PAŞA Said Halim, Buhranlarımız, İz Yayıncılık, 1991
-SEZER Baykan, Sosyolojinin Ana Başlıkları, Sümer Kitabevi, 1997
-UÇAR Şahin, İslam’da Mülk ve Hilafet- Medine’yi Yeniden Kurmak, Konya, 1992
-WALLERSTEİN- BALIBAR, Irk Sınıf Ulus, Metis yayınları, 2000