Menu
İLKE İLE NEFES ARASINDA SONSUZLUK
Deneme/İnceleme/Eleştiri • İLKE İLE NEFES ARASINDA SONSUZLUK

İLKE İLE NEFES ARASINDA SONSUZLUK

Bazen nasıl da zorlaşıyor hayat. Sanki ne kadar hıncı varsa insanoğluna, senden çıkaracakmış gibi yükleniyor acımasızca. Öyle bir hal alıyor ki bu çevrilmişlik hali, adım atamıyorsun, önünü bir lahza dahi göremiyorsun. Ama hayat sürekli olarak böyle olamaz. Buradaki süreklilik, ilki İslâm tevhid düşüncesi bakımından dünya ve ahiretin, tek bir hayatın iki görünümü olduğu şeklindeki algı; ikincisi ise, dünyada bir insanın sürekli olarak -zannınca- kaybeden olamayacağı iyimserliğine dayanan iki anlama gelebilir. Ancak daha temelli ve teselli edici bir şey aranıyorsa ilk anlayış daha makul. Buna göre dünya hayatı, süreklilik arz eden bir hayatın sadece tek ve oldukça nâkıs bir görünümüdür. Halbuki hayat, devam etmektedir. Belki başlangıcı hakkında filozoflar kadar cesur ibareler serdedilemese de, en baştan, mevcut güne gelinceye kadar bitmeyen bir hayattan söz edilebilir. Yani bit/iril/meyen bir hayat. Bu bitmezliğin insana ve insanın ömrüne nispetle olduğunu söylemeye gerek yok. Öte yandan “mümkin” bir varlık türü olarak tüm canlılar, bir yokluğa koşuyor da olabilirler. Acaba yaratıcı sonsuzluğunu, yarattığı ile paylaşır mı? Gerçekten de insan sonsuz olabilir mi?

Gaybı taşlamak mı, yoksa düşünülmesi ve gönlü itminana kavuşturan bir cevabın aranması gereken bir alan mı kestirmek zor. Ama insan, kendisini yaratanın vaadine bakarak sonsuz bir lütuf bekliyor. Öte yandan yüzeysel bir surette düşünüldüğünde, kısıtlı olan dünya hayatına mukabil, sonsuzluğun vaadi insanda istifhama neden oluyor. Tıpkı bu hayatın ikram oluşu gibi, sonsuzluk da bir lütuf. Peki, bu lütuf, bizatihi yaratıcıya ait olan bir vasfın, yaratılan herhangi bir varlık için de gündeme gelebileceği anlamı taşır mı? Klasik kelâmî tartışmalarda “taaddüd-i kudemâ” denilen ve kâinatın başlangıcı sadedinde ortaya konulan yoğun ilmî mesaî, bu noktada, prensip bazında da olsa, bir fikir verebilir. Buna göre âlem/kâinat veya yaratıcı dışındaki hiçbir varlık (ki bu “mümkin varlık” olarak nitelenir) kadîm ve ebedî olamaz. Çünkü kadîm olmak, önü, başlangıcı olmamak sadece yaratıcıya ait bir niteliktir ve önü ve sonu olmayan bir süreklilik ifadesidir. O, bu niteliğini hiçbir yarattığıyla paylaşmamıştır. Çünkü ilke olarak o “muhâlefetün li’l-havâdis” vasfına sahiptir.

Bu tartışmanın diğer cephesi ise ebedîlik ile ilgilidir. Allah’ın ebedîliği, ezelîliğinin zorunlu bir sonucudur. Keza âlemin kadîm olmayışı da, sonsuz olamayacağının en kuvvetli delili. Eğer âlem, kadîm olamamışsa ve mümkin varlık ise, hayatını onun içerisinde sürdüren insan da âlemle aynı durumdadır, yani sonludur. Ancak bu, işin insanın kavrayış alanı, yani dünya ile ilgili boyutu: İnsan dünyada sonsuz olamaz. Hayatın bir başka görünümü olan öte dünyada, bu durumun keyfiyetinin değişime uğrayacağı ise bir inanç umdesi. Böyle olduğundan bu dünyanın kıstasları, öte dünya için geçerli olmayacak. İnsan da ebedîlik talebinde bulunacak. Peki, bu ebedîlik talebinin oluşmasında etkili olan âmiller neler?

Öncelikle insan ölmeyi hiç istemiyor. Onun derdi hep daha çok yaşamak. Kimileri bu temelli arzusunu, dünyaya teksif ediyor, kimileri ise inançları gereği -burası ile aynı olmama anlamında- öteki dünyaya erteliyor. İnsanın yok olmayı istememesi ve yokluğu tahayyül edememesi, ebedî bir hayat inancının insan zaviyesinden en kuvvetli delillerinden biri olsa gerek. Bu dünyada ebedîlik imkânının olmayışı, binlerce yıldır, milyarlarca insan tarafından fiili olarak gösterildiği için, bu talebin dünya-dışı bir mekân/boyuta taşınılması kaçınılmaz oluyor.

Edebîlik talebinin insan tabiatında bulunmasına dair dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta, insanda Allah’tan bir nefha/nefes bulunmasıdır. Çünkü İslâm inancına göre Allah, Âdem’e ruhundan nefes vermiştir (Hicr, 15/29; Sa‘d, 38/72). Bu nefesi, “hayat” olarak yorumlamak mümkün. Ama Allah’ın sahip olduğu hayattan kaynaklanan bir hayat. Klasik kaynaklarda ilgili âyetler, “bu nefha ile insan, hayat sahibi bir beşere dönüştü” şeklinde açıklanıyor. Allah’ın ruhunun Âdem’e izafe edilmesi ise, Âdem’i şereflendirme ve tebcîl olarak yorumlanıyor. Sırf bu bile, kişinin neden sürekli olarak sonsuzu istediğine ve ebedîliğin imkânına dair önemli bir ipucu. Çünkü mutlak anlamda Diri Olandan bir nefha dahi taşımak, insanın ebedîlik talebi için ciddî bir temel oluşturuyor.

Konu ile ilgili diğer bir nokta ise, Yaratanın yarattıklarına olan sözü, onlara sonsuzluk vereceğini vaat etmesi. Klasik İslâm düşüncesinde, yaratıcının kullara olan sözleri, “vaat” ve “vaîd” olarak isimlendiriliyor. İlki nimetler, ikinci ise azap/cezalar için kullanılıyor. Allah’ın vaadinden asla dönmeyeceği -çünkü bu, insan türünde dahi çok çirkin olan tavrın yaratıcıya izafesi mümkün değildir-, vaîdinden ise arzu ettiği takdirde dönebileceği -çünkü bu affetmek gibi güzel bir tavrı yansıtır- yönünde oldukça baskın bir kanaat var. Yani eğer kendisine ortak koşulmamışsa, O’nun her türlü günahı silip bağışlayacağı. Bunun, adalet ile ilgili açtığı problemin bir yönü olan, “eylem-mücâzât dengesinin yitirilmesi” endişesi, Allah’ın rahmeti ile; ikinci yönü olan “diğer kullarının haklarının zayi olması” ihtimali ise, Allah’ın ikramının genişliği ve iki mükafat türünün derecelerinin farklı olacağı düşüncesiyle aşılıyor.

Âhiret hayatının ve dolayısıyla sonsuzluk talebinin bir diğer âmili ise adâlet duygusu olsa gerek. Bu adâlet ahlâk kitaplarındaki, hayatın her alanını kuşatan dengeli bir hayat projesinin temel kavramı olarak değil, Yaratıcının kulları hakkındaki davranış tarzı anlamındadır. Buna göre her insan yaptığını öte dünyada görecektir. Çünkü bu dünyada kimileri ezilmekte, sömürülmekte ve yaşam hakkı dahil her türlü hukukundan mahrum bırakılmaktadır. Kimileri ise dünyada cennet yaşantısı sürmekte, sömürmekte ve semirmektedir. İşte bu durum, duruluğunu muhafaza eden vicdanlarda derin yaralar açmaktadır. Dolayısıyla “tüm bunların bir karşılığı olmalı düşüncesi” aynı zamanda, insanın burada gerçekleşmeyen emellerinin bir gerçekleşme imkânını çağrıştırması bakımından önemlidir. Sonsuzluk da böyledir.

Dünya ve ahiretin, tek bir hayatın iki görünümü olması, tevhidin bir açıdan gereği. Çünkü tevhid olgusundan hareketle düşünüldüğünde, bazı unsurlar kesinlikle birbirinden ayrılmamalı, bir ve beraber olmalı. Hayat da öyle. Bu süreklilik durumu, zihni, sonsuzu düşünmeye hazırlıyor aslında. İnsan onun imkânına kendi nazarından değil de, vaatte bulunanın penceresinde baktığında rahatlıyor, içi içine sığmıyor, bu dünyadaki günlerini, sonsuzluğu hazırlayan birer temrin olarak görüyor. Ellerini kabre uzatırken, kabri bir kapı; ölüme adımlarken ölümü bir başlangıç olarak kabul ediyor. Son nefesini vereceği anı, sonsuz nefesi alacağı an olarak değerlendiriyor. Böyle olduğunda o an “şeb-i arûs” oluyor, arzulanıyor. Sözün özü insan, sonsuzu bulacağına, aslında kendisini bildiği/bulduğu zaman inanıyor.