Dali amcam ben küçükken dondurma yemeye götürürdü bizi. Ben ve Ömer onunla çok eğlenirdik. Lunaparka götürür en az beş ayrı oyuncağa bindirirdi. Yine de mızmızlanarak dönerdik eve. İnsanı nazlamakta hem birinci derece hem öpöz amcası gibi dayanıklı olamaz kimse. Fakat kendi çocukları olsa yine de o kadar sever miydi bizi? İlk kez muayenehaneme geldiğinde antrede Gogh’un Gece Kahvesi’ni görünce küsmüş, surat etmişti bana on beş gün boyunca. “Kan çekmiyor, sanat çekiyor” demiştim ona. Manisa’da kutu fabrikası vardı amcamın. Pasta kutusu, kibrit ve mukavva kutu filan üretiyordu. Başlarda zengindi, sonra çocuğu olmayınca çalışma azmi azaldı, söndü. Yengemle içlerine sinmeye sinmeye bir kız evlatlık aldılar. Bu kızın hikâyesini ayrıca anlatmayı isterim. Ömer pek bilmez.
İnsanlar neden ille kendi genlerini görmek isterler çocuklarında. Dali bana baktıkça kendine benzetip geniş alnımdaki yücelik ve zekâ belirtisiyle övünürdü. Bense aksine ancak en uzak kimseyle birleşebileceğime inanmıştım. Ama uzakta olan biraz yaklaştığında yine yakınım oluyordu. Aşk feci bir paradokstu. Ege’ye uzak ucundan Türkiye’nin, beyaz tenimin zıddı esmerler, karayağızlar çekerdi beni. Şöyle bir hayalim vardı: sevgilimle farklı dillerde olacaktık ve tek sözcük öğrenmeyecektik birbirimizin dilinden. Mümkünse yeryüzünde temsilcisi kalmamış dillerden biri olabilirdi onunkisi.
Amcam için elimden bir şey gelmezdi. Onu seviyorsam antreye ondan bir parça asmamın gerektiğini düşünüyordu o. Sanatın muhterem olduğuna inanır, fakat gayri şahsi olduğuna inanmazdı. Ben de pek o kadar inanmıyordum, fakat o benim amcamdı işte, bıyıklarının uçları yukarı kıvrılmış muzip yüzünü kendine saklarken, bununla tezat oluşturan ciddi Mona Lisa alnını bana geçirebilmişti. Ömerse bambaşkadır.
Küçük fabrikanın asma katlarından birindeki ofisine öğleden sonra güneş vururdu. Duvara kendi portresini asmıştı Dali. Gogh’un dillere destan sarısını 11 yaşımda orda keşfettim: mukavvadan güneşi. Okul çıkışıyla annemin beni ofisten alışı arasındaki 1 saat çeyrek dakika Dali bakardı bana. Bana döner ekmek - kola ısmarlar, numune kutulardan yaptığı uyduruk tuvalleri elime tutuştururdu. Kendisi toptancılarla telefon görüşmelerini yapardı. Kayıtsızlık içinde sevilmeyi orada yaşadım. Bu ilki zaten sonuncuydu. 5 yaşımda yaptığım bir resmi çerçeveleyip gururla duvarına dayamış olması aramızdaki bağı güçlendirirdi. Ömer bilir. Dali’ye çaycı alıp götürdüm liseden mezun olduğumda. Özel ders verip harçlığımdan aldığım bu armağanı kullanmadı eskir, kırılır diye. Ortodonti eğitimi için yurtdışına gittiğimde bile evvela onu arardım, sağlığını sorardım.
Dali amcam Parkinson oldu. Parkinsonun ne pis bir hastalık olduğunu da böylece öğrendik. O artık çok yavaş yürüyor. İlaçların saatini sektirirse büyük acılar çekiyor. Araba kullanamıyor, onu İzmir’e getirdim, gezmeye, hastaneye bilumum yere götürmeyi ben üstlendim. Arabada sağ koltukta otururken ağzını bıçak açmıyor. Marifetli ellerini göbeğinin üstüne koyup kımıltısızca ileri bakarken kaslarının ona oynadığı oyunu düşünüp üzülüyor. Anlıyorum ben üzüldüğünü. Yetenekli kimseler erken ölmelidir, sürünmemelidir. Ömer benim gibi düşünmüyor.
“Kan çekmiyor ya evlat, sanat çekiyor, peki tabutunu taşıyacak mı bu sanat senin?” dedi bir gün ansızın amcam, henüz Manisa’daydık. Dokundu bana laf. Tuvalete koca bir 45 dakikada gidip geldiği bir geceydi. Dönüşte antredeki Van Gogh’u indirdim, ‘canın cehenneme seni kulaksız!’ dedim, sanki amcamı yavaş yavaş öldüren oymuş gibi. Ömer olsa güler bana. İşte o günlerde amcamı İzmir’e getirmiştim. Yabancım olan bu huzur pek bir kişiseldi. Feri sönmüş gözlerini yüksek duvardaki deli büyük 160 x 200 Metamorfoz’a dikip gülümsemişti Dali.