Türk edebiyatının bir “ev” düşüncesi var. Bunu kaybedilmiş medeniyete hasretin ifadesi olarak okumak mümkün ise de, aynı zamanda bu dünyada, “burada” Batılı- dışı kültürü yaşatan insanların bir kimliği halinde kavramak mümkün gibidir. Modernlik söyleminin kendisi “kentin havası özgür kılar” sloganıyla eski toplumdan çıkışı, yani feodalizmin yuvalandığı “ev”i dağıtmayı amaçlıyordu. Kentin karmaşası, geçiciliği, kimliksiz mekanı övülüyor ve modern bireyin köksüz, yersiz- yurtsuz, gezgin yaşamı modelleştiriliyordu. Baudelaire’in modern bireyi “evsiz”dir. Modern bireyin kendini her yerde (kalabalığın içinde) “evinde hissetmesi”, kendini sıklıkla yolculuğa fırlatması ve kentte yerleşik bir hayatı sürdürdüğü sanısına rağmen “göçebelik tutkusuna” boyun eğişi, ev kavramının yerine özgürlük kavramını kullanmasıyla ilgilidir. “Kentin havası özgür kılmaktadır” ve bu bir evsizliktir. Bu nedenle W. Benjamin, “cadde, flanêur için konuta dönüşür; sokaktaki adam, kendi dört duvarının arasında nasıl evinde olduğunu duyumsarsa, flanêur de bina cepheleri arasında kendini evindeymiş gibi duyumsar” der. Modern kentlerde birbirini tanımayan insanların mahşeri kalabalığı cezbedicidir. İnsanı “eve” gitmekten alakoyan bu cezbe, kalabalığın içinde her an bir şey olabileceği, o kalabalık içinden bir mana- değer çıkabileceği umuduyla beslenir. Ancak bu, kalabalığa tapmadan başka bir şey de değildir. Çünkü kalabalık içindeki ilişkiler, geçici ve hesabî temaslar içermektedir. Bir anlamda “insan insanın kurdudur” ve “kurt puslu havaları sevmektedir”. Kent bireylere hesapçı ve bireysel mekan sunarken kalabalığı da bireysel menfaatlerle şekillenmiş para ilişkilerinin odağı kılmaktadır. Birey de toplu taşım araçlarında seyahat etmekte ve büyük mağazaların vitrinlerinde sergilenen malları seyrederek kendine yeni bir “tabiat” oluşturulmasına boyun eğmektedir. Modernliği ve Baudelaire’in şiirini bilen Yahya Kemal’in bu evsizlikten rahatsızlandığını görüyoruz. Bu çerçevede “Türk evi”nden bahsetmiş ve bu konuda yazmıştır: “Biz ancak bu son asırda Türk evi bozulduktan beri kiralık evlerde sürünüyoruz. Eski Türk evini tahayyül, şiir sahasında kalsın; onu hayatta bir daha ihyâ etmek muhâldir. Cedlerimizin evleri ve eşyası yaşayışlarının tarzından doğmuştur… Bağdaş kurmak şilteyi, minderi; sahandan elle yemek leğenle, ibriği, el silecek sırma havluları icad etmişti. Bütün bu güzel şeylere elveda. Avrupa’nın yaşayış tarzı bizi değiştirdi, tepeden tırnağa kadar yeni mürebbilerimize benziyoruz. Saçlarımızı onlar gibi kestiriyoruz, onlar gibi traş oluyoruz, onlar gibi yiyor, onlar gibi içiyor, onlar gibi yatıyor, onlar gibi çok ayakta duruyor, az oturuyoruz” (BEYATLI, 1990: 142-43). Ancak Yahya Kemal’in “Türk evi bozulduktan sonra” şeklindeki ifadesi ev hakkında umutsuzluğunu da göstermektedir. O da sanki Adorno’nun Minima Moralia’da ifade ettiği gibi “ev”i eskiye ait bir şey gibi kabul etmeye zorlanmış gibidir; ev geçmişte kalmıştır: “Sözcüğün alışılmış anlamıyla barınak, artık imkansızdır. (...) Bir tabula rasa üzerinde inşa edilen o modem, işlevsel konutlar (...), uzmanların zevksizler için imal ettiği, içlerinde yaşayanlarla hiçbir bağlantısı olmayan yaşama kutularıdır, (...) Ev, geçmişte kalmıştır. Çalışma ve toplama kampları kadar, Avrupa kentlerinin bombalanması da, teknolojinin içkin gelişmesiyle eve çoktan biçilmiş olan hükmün sonunda infaz edilmesidir sadece. Evler eski konserve kutuları gibi kullanılıp atılacak şeylerdir artık” (ADORNO, 1998: 39- 40).
Bizim edebiyatımızda Ziya Osman Saba’da, Yahya Kemal’de söylem olarak duran evi hayatın merkezine çekerek kurulmuş bir dünya vardır. Ziya Osman’daki “ev”, bizatihi yaşanan, hayata geçmiş, hayatın meselesi edinilmiş bir evdir. Üstelik bu ev çıplak, yek başına, içine kapanılmış dört duvar halinde görülmez. Eş, çocuklar, kaldırımlar, mahalle, sebil, güvercinler, mezar, ölüm duygularıyla birbirine bağlanır. Bir anlamda Ziya Osman’ın eski hayattan kaçmaması onu kendi evinde varlık bulmayı mümkün kılmıştır. Yahya Kemal “Eve dönen adam” mıdır? İktibas ettiğim parçada onun eve döndüğünde bile “kiralık evlerde sürünüyoruz” demesinden, Ziya Osman ile arasında bir fark olduğu görülmektedir. Çünkü Ziya Osman, hayatı boyunca kiralık evlerde yaşamış olduğu halde yuvasını “ev” yapabilmiştir. Ev fikri onda idealleştirilmiş, âdeta Kızılelma kılınmıştır: “Bir yer düşünüyorum, yemyeşil,/ Bilemem, neresinde yurdun./ Bir ev günlük güneşlik,/ Çiçekler içinde memnun.” (SABA, 1991: 113) derken ileriye bakmaktadır. Yahya Kemal’in şiirinde ise mazi ve zaman fikri hüzünle kolkola girer, yılgındır. “Kalbim yine üzgün, seni andım da derinden/ Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden/ Yorgun ve kırılmış gibi en ince yerinden/ Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden”.
Z. O. Saba ve Yahya Kemal arasındaki duyuş farkı Saba’nın “ev” kavramını aileye bağlamasından ve eve altına girilecek çatı nazarıyla bakılmasından kaynaklanmaktadır. Saba için ev, sadece bir mekan değil, aile olmakla kavuşulacak bahtiyarlıktır: “Ah, bir deniz kıyısında, buralardan uzak,/ Başımızı sokacak bir kovuk;/ Çoluk çocuk,/ Yaz, kış.” (SABA, 1991: 112). Z. O. Saba, evi, aileyi, mahalleyi mesut olmak ideali ile yüceltir; bunun varlığına ve oluşumuna inancı tamdır: “Mesut olmak vardır,/ Allah’ın her gününde./ Gün günden daha mesut/ Yaşamak yeryüzünde/.../ Dertliler, hastalar, evde kalmış kızlar,/ Bütün bahtsızlar!/ Mesut olmak vardır,/ Varmak yaşamanın tadına” (SABA, 1991: 106). Bu nedenle yaşadığı toprağa “eksiklik” nazarından bakmaz. Hatta mekanın eskiliğini de problem etmez. Yahya Kemal’de ise akınlarla elde edilebilecek “uzak topraklar” fikri vardır. “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik/ Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik” ya da “Bizdik o hücumun bütün aşkıyle kanatlı;/ Bizdik o sabah ilk atılan safta yüz atlı.” mısralarında modern bireye musallat olan yersiz- yurtsuzluk, kargaşanın eve girmekten alıkoyan cezbesi yakalanabilir. Modern birey nasıl vitrinlere bakan, caddelerde rasyonel ve maddi gayelerle dolaşan bir flanêur ise, Yahya Kemal’in bir türlü iskan tutmayan “fatih”i de bir türlü eve giremez. Oysa Ziya Osman Saba’da “Toprağım” diyebileceği bir mevcut mekan tasavvuru, iskan edilmişlik vardır; ki bu medeniyetin şartlarındandır: “Ne kadar istiyorum, akşam ezanda,/ Eski bir evde olmak, orada, Eyüpsultanda;/ Bir yanda ölmüşlerim, bir yanda kalanlarım./ Duyayım: Gece, gündüz, hayat, ölüm içiçe,/ Dallara konan karga, camımı vuran serçe,/ Toprakta yatan annem, eli dizimde karım.” (SABA, 1991: 36). Saba’nın şiirinde ev, fakirlik, eş, çocuklar, ihtiyar komşu, çıkılacak yokuş sevinç kaynağıdır: “Şu fakir mahallede bir göz evim olsaydı,/ Nasıl sevinç içinde çıkardım şu yokuşu./ Arkadaşlık ederdi yolda ihtiyar komşu./ Nasıl hafif gelirdi eve taşıdıklarım./ Kapıyı ben çalmadan açıverirdi karım./ Her akşam tekrarlardım onun güzel adını./ Boynuma atılarak: “Baba!...” derdi çocuğum./ Onu göğsüme basıp cevap verirdim: “Yavrum.” (SABA, 1991: 37).
Kente ve modernliğe karşı gelişmiş ev- konut algısının Türk edebiyatının ana teması olduğu ve şairlerin zaman zaman bu tema ile Batı medeniyetine itiraz ettiğini söyleyebiliriz. Sezai Karakoç’un Balkon şiiri de Batı tipi kentleşmeye bir itirazı seslendirmekteydi. Ancak Sezai Karakoç’un Balkon şiirinde Batı modernliğine tepkinin çocukların balkondan düşmesine yöneldiği görülmektedir. Şiirin sonunda üstad Sezai Karakoç, “Bana sormayın böyle nereye/ Koşa koşa gidiyorum/ Alnından öpmeye gidiyorum/ Evleri balkonsuz yapan mimarların” (KARAKOÇ, 2000: 81) dizeleriyle apartmanlaşmaya uğrayan kenti “imal eden” mimarlardan çözüm beklemekten kendini alamaz. Dolayısıyla bu Müslüman edebiyatın ikliminde üretilen şiirde bir kırılma sayılabilir. Yahya Kemal’in “Türk evi” fikrinin yansıması olan şiirin Z. O. Saba’daki yansıması, Karakoç’un Balkon şiirindeki muhalif söylemde ortaya çıkmaz. Bu noktada ev imgesi hakkında Behçet Necatigil’den de bahsetmek gerekirse de, “Türk evi” meselesini temel alan konudan uzaklaşmak istemiyoruz.
Hüseyin Atlansoy’un Teras şiirinde de kente yönelik kara bir öfke görürüz. Ancak bu şiirde de “teras” bir ev değildir. Atlansoy’un Teras şiiri ile Z. O. Saba’nın Sebil Ve Güvercinler şiiri arasında bir akrabalık bulmak mümkün görünmektedir. Ancak Teras şiirinde mahalle kaybolmuş devasa apartmanlar yükselmiş, insanlar güvercinlerle bile teması yitirmişlerdir. İnsanlar para kazanmak uğrunda büyük bir hırs peşindedir ve şairin esmer dediği yoksulların, ezilenlerin kanatlarını kırmaktadır. Dostluklar bunun için bozulmuştur: “buğusu bozuldu dostluğun/ gözlerimden terkedildim”. Şair kuşlara ekmek vererek mazinin sebil kültürünü canlı tutar. Güvercinler kendilerine ekmek veren şairin gölgesinden dahi korkacak kadar kenti “güvensiz” addetmektedirler. Pazarlıklar, küfür, istihza yayılmıştır. Her şeye rağmen yine de kondukları çatı şairin çatısıdır. Ziya Osman’ın sebile ve güvercinlere yer açan şehri, mahallesi, evi yıkılmıştır. Atlansoy’un bu şiirini, Sezai Karakoç’un Balkon şiirinin akrabası olarak da okuyabiliriz. Gerçekten de 80’li yıllarla beraber Türkiye’de apartman mimarisinin balkon kullanımını azaltan bir seyir gösterdiği söylenebilir. Bununla beraber gerek Balkon ve gerek Teras şiirlerinde aile, ev, komşuluk, mahalle, yokuş, vs. imgelerinden bahsedilmez. Türk toplumunda Ev kaybedilmiştir. Kimlik yok olmuştur.
Türk evi’ni şekillendiren Yahya Kemal ile Ziya Osman’ın ardılı olarak İsmet Özel’den de bahsetmek gereklidir. İsmet Özel John Maynerd Keynes’ten Nefretimin Yirmi Sebebi şiirinin küçük bir bölümünde sebildeki güvercinlere “Hu!” dedirten, mahallesinde ezan sesi duyarak mesut olan Ziya Osman Saba’nın evinin “içine” başka meseleleri dahil etmiştir. İsmet Özel’in bu şiirinde yine mezar, ev, çatı imgeleri varsa da Ziya Osman’ın saadeti yoktur. Çünkü evin içindekiler helal lokma yemekten, Fatiha okumaktan, Kur’an ile tezekkürden habersiz kalmışlardır ve aile değerlerine de sahip değillerdir. Hatta öyle ki, “ne Grek ne İbrani ne Latin”dirler, yani ateist olmuşlardır: “Bir müddet suskun durdu geçerken mezarlığın içinden/ ne zavallı şey! Fatiha bilmiyor ki okusun/ Dilinden dökülenler asla Kur' anî değil/ Özlemedi çatısı altına girmeyi bir gün olsun/ Sofrasında helal lokma yenilmekte olan bir evin/ Ne zavallı şey! ne Grek ne İbranî ne Latin/ Değildir aslanımız külkedisi/ Külhanede yatmıyor/ Yok ona parkta rastlayanımız/ Kanepeler kabasına batıyor.” (ÖZEL, 2011: 254).
Türk edebiyatının ev, mahalle, şehir kavramlarına dönmesi, Müslüman iklimin medeniyet dünyasını yeniden üretecektir.
KAYNAKLAR
ADORNO Theodor W., Minima Moralia, Metis Yayınları, 1998
BEYATLI Yahya Kemal, Mektuplar- Makaleler, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, 1990
KARAKOÇ Sezai, Gün Doğmadan, Diriliş Yayınları, 2000
ÖZEL İsmet, Of Not Being A Jew, Şule Yayınları, 2011
SABA Ziya Osman, Bütün Şiirleri, Varlık Yayınları, 1991