Sabahattin Ali’nin Değirmen kitabındaki öyküleri, yıkılan Osmanlı düzeninin karmaşık insan- devlet- iktisat ilişkilerinden hareket ediyor. Bu hikayelere dair eleştirel okumalarda halkın egemen güçlerin baskısı altında ezildiği ya da sanayileşme süreci içinde arkası sıvazlanan burjuva kesiminin sömürüsüne maruz kaldığı ifade edilmiştir. Ezen- ezilen ya da yöneten- yönetilen diyalektiği ile hikayeleri okumak mümkün ise de, bugün başka okumaların yapılabileceği düşüncesindeyiz.
Osmanlı toplumunda göçebelikten köylülüğe ve köylülükten şehir hayatına yönelik bir toplumsal hareketlilik var. Özellikle Anadolu’nun “köylü aile ekonomisi” adı verilebilecek bir iktisadî yapısı olduğundan bahsedilebilecektir. Osmanlı ekonomi düzeninde devletin kent nüfusunu sınırlandırmaya ve nüfus hareketlerinin devlet denetimi altında bulundurulmasına yönelik bir politika geliştirilmişti (İNAN, 1991: 173). Devlet “hane” üzerinden vergi topladığı için, tımarı bozacak şekilde “serbest köylülüğün” ortaya çıkmasından haz etmemekte idi. Bu şartlarda Osmanlı tarımında iş gücü örgütlenmesi devletin varlık sorunu olduğu kadar, ahalinin de toplumsal barışı için elzem sayılması gereken çift taraflı talepdi. Sistem Anadolu’da 13. Yüzyıldan beri uygulandığı için de tımarda oturmayan caba (bekar tarım işçileri) ve Safevî göçebeliğin iskan kabul etmez direnişleri devlet için 16. Yüzyıldan beri başının derdi idi. Köylülere dönük devlet despotizminin temeli, devletin ve tımarı kabul etmeyen Safevîliğin diyalektik çatışmasının içindedir. Osmanlı’da Safevîliği bir dinsel- siyasal model halinde benimseyen aşiretler, göçerlikleri nedeniyle vergiden muaf olmalarının avantajlarını yitirmek istememekteydiler. Göçerlerin iskanı, ve göçerlerin köylüleştirilmesi ve böylece göçerliği siyasal egemenliği altına alarak gelir sorununu çözmeye çalışması, merkezi devletin önde gelen kaygısı idi. Çoban göçerler, köylülerin ödemesi gereken vergilerin çoğundan muaftı. Kışlık meralarında ya da mezralarında (meskun olmayan ekilebilir topraklar) kaldıkları sürece bu muafiyetler devam etmiştir. Göçer ile köylüler arasındaki çelişki şuydu: Devlet, siyasal otoritesinin temelini ve önemli bir gelir kaynağını oluşturan köylüyü korumakta son derece titizdi. Göçerler yerleşmenin getirdiği yükümlülükten kaçmak ve ancak köylülerle aynı statülere sahip olmak kaydıyla iskan istiyorlardı. Anadolu Safevîliğinin yerleşik hayata geçirilmesi noktasında devlet, göçerlerin mezraalarında kendiliklerinden yerleştiklerinde defter kaydı tuttu. Yerleşmeye açılmış mezraalar köy, sakinleri de sıradan köylüler olarak kaydediliyorlardı. Göçerler hayvanları için daha çok otlak istemekte idiler, köylüler de meraları tarım arazisine çevirmekle göçerlerle çelişmekteydiler.
Bu konunun Sabahattin Ali hikayesi ile ilgisi, köylülüğün Osmanlı’nın yıkılışı ile nizamının bozulmuş olması nedeniyledir. Osmanlı yıkılınca ve Cumhuriyet de modernleşme süreci içinde kentleşmeye yönelik politikalara geçince “köylü aile ekonomisi” adı verilen adalet düzeni tasfiye oldu. Ortaya büyük bir boşluk çıktı. Buna göre Sabahattin Ali’nin öyküsünde görülen “egemen zulmü” ile “iktisadi sömürü” eski nizamın yıkılışına ve yenisinin ikamesindeki aksaklıkla ilgili bir sonuçtu. Cumhuriyet’in hemen ardından Osmanlı düzeninde kiracı sayıldıkları için mülkiyetleri “itibarî” sayılan bir çok kesim, toprak ve gayrımenkullerini terketmek zorunda kaldı. Toprak, mülkiyet, bölüşüm problemleri, halkın iktisadî değerleri ele geçirmeye yönelik “adalet çatısını” yitirmişliğin bir sonucu olarak gelişti. 1923’te yapılan İktisat Kongresi’nde alınan kararla aşar’ın yani topraktan elde edilen mahsul vergisinin kaldırılmasına karar verildi. Aşar; mülkiyeti devlete ait olan toprakların kullanımı karşılığında alınan bir tür kira idi ve toprağın Osmanlı Sultanı’na aitliğinin bir yansıması idi. Aşar; eski toplumda bütçenin gelir kaleminde önemli bir yekûn tutmaktaydı. Cumhuriyet’e geçilince toprağın Osmanlı Sultanına aitliğinin mantığı kalmadı. Sultan’ın sahiplik sıfatı halka intikal etti. Bu durumda toprak onu ilk ele geçirenin mülkü oldu. Dolayısıyla Cumhuriyet ile birlikte köylülük başlangıcı itibariyle miri mala yönelik bir işgalle oluşturuldu.
Kitaptaki ilk hikaye olan Değirmen’de de bir tür göçerlik olan çingenelerin hayatından kesitler verilir. Hikâyede köylünün verimkâr, fedakâr bir ahlâk değeri ile yaşadığı söylenmektedir. Ancak köylü göçer (çingene) ilişkisini yansıtmada eksik gedik bırakmayan Sabahattin Ali, bu “ahlâkî”liğin iktisadî temellerini de verir. Köylü çingenelere ses çıkarmaz, çünkü çingeneler başka köylülere para karşılığı verdiği “eğlence”yi ücretsiz sunmakta buna mukabil köylü de bu topluluğun topraklarında çadır kurmasına ses çıkarmamaktadır: “Bu köylüler tavuk ve oğlak çaldığımızı söyleyerek bizden şikayet ettikleri halde bizi gene severler. Aralarında bir kileye yakın buğday toplayarak Atmaca’ya verdiler. Ve değirmenci buna iki çömlek de yoğurt ilave etti. Biz bu güzel kabulden cesaret alarak, biraz ötedeki zeytin ağaçlarının arasında çadırlarımızı kurduk. İşler iyi gidiyordu. Kadınlar taze söğütlerden yaptıkları sepetleri yakın köylere satmakta güçlük çekmiyorlardı. Çalgıcılarımız yarım gün uzaklıktaki köylerden bile düğüne çağrılıyorlardı (...) Hemen her akşam değirmenin önündeki meydanlıkta toplanıp ahenk yapıyorduk. Şimdilik bir şey anaforlamadığımız için değirmenci de memnundu” (ALİ, 2010: 16- 17).
Karaömerlioğlu, “erken Cumhuriyet dönemi”ndeki köycülükle ilgili araştırmasında Sabahattin Ali’nin köylülüğü resmediş biçimini önemser. O’nun Anadolu köyünü, köylülerini en ince ayrıntılarına kadar son derece gerçekçi bir bakış açısıyla anlattığını, yalın bir dil kullandığını, asla didaktik bir dil kullanmadığını, olayları edebi kişiliklerin gözünden yansıttığını söyler (KARAÖMERLİOĞLU, 2006: 162- 3). Karaömerlioğlu, Sabahattin Ali’nin köylülerin davranışı ile ilgili “yansıtmaları” analiz ederken hata ettiği söylenebilir. Sabahattin Ali’nin hikayesinde yazdıklarının hangisi Sabahattin Ali’nin ve hangisinin de kahramanlarının sözleridir, ayrıştırılmadan verilir: “Köylüler, hayatın zorluklarını bir an önce sırtlanmak için çocukluklarını bile yaşamadan büyümesi gereken insanlardır. “Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir”. Taşrada hüküm süren vahşiliğe, köylülerin özellikle su, arazi konularında birbirleriyle bitmez tükenmez kavgalarına rağmen onlar asla birbirlerine gücenmezler. Köylüler hoşgörülü insanlar olarak resmedilirler. Mallarını çalmalarına rağmen çingenelere karşı bile öfke duymazlar” (KARAÖMERLİOĞLU, 2006: 165). Hakikatte, Sabahattin Ali’nin “Kanal” hikayesinde zikrettiği “Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir” (ALİ, 2010: 97) cümlesi hikayelerin geçtiği dönemin temel karakteridir. Hikâye edilen bütün olguların arkasında cinnet halini andırır bir paylaşım hareketive iktisadi değerlere yönelik elegeçirme “yağma” hareketi vardı. Bu nedenle Sabahattin Ali, yalnız iktidara odaklanmamış, halkın da yağmacı bir şiddeti hayat biçimi edindiklerini yazmıştır. Tek Parti’nin tepeden inmeci, otoriter tavrı ile köylülüğün kapmaya dönük didişmesini birlikte eleştirir. Yöneticilerin halkın sorunlarına duyarsızlığı kadar, halkın da kanuna gelmez/ hoyrat ve başına buyruk tavrını sorgular.
“Candarma Bekir” adlı hikayede Çallı Halil Efe’nin “eşkiyalığı” anlatılır: “Ben, şu bildiğin karı meselesinden Süleyman’ı vurunca, Bekir büsbütün kanıma yürür oldu. Süleyman’la pek arkadaştılar. Bacısını da galiba rahmetliye vermek niyetindeydi. Ben eşkiya olup dağa çıkınca köyde rahat oturamaz oldu. ‘O zaman eceline susamadıysa edebiyle otursun’ diye haber saldım” (ALİ, 2010: 101). Eleştirmenler, Sabahattin Ali’nin hikayelerinde ve romanı Kuyucaklı Yusuf’ta, eşkiyanın toplumsal adaletsizlik ve paylaşımdaki haksızlıklara isyanının sonunda topluma yönelik tahribatı da yansıtacak şekilde ele alındığına değinmemişlerdir. Eşkiyalık Osmanlı’nın 16. Yüzyıldan beri ortadan kaldıramadığı meselesiydi. Eşkıyalar, köylüler tarafından korunmaktaydı; bu karşılıklı bir ilişkiydi,çünkü eşkıyalar da köylüleri devletin vergi düzenine karşı korumaktaydı. Devletin gücünün her yere ulaşamaması, eşkiyalığı bölgesel otorite halinde sivrilmesine yol açmaktaydı. Cumhuriyet ile beraber Anadolu’da özellikle Ege’de eşkiyalığın otorite boşluğundan yararlanarak “yerel iktidarlar” çıkardığı kesindi. Eşkıyalık, ekonomik nedenlerle yapılan bireysel bir muhalefet biçimiydi. Nitekim, “Candarma Bekir” adlı hikâyede olayların geçtiği yer olarak Denizli yakınlarındaki Çal ilçesi gösterilir. Halil Efe kadın meselesi yüzünden dolayı Çal’da Süleyman’ı vurduktan sonra İzmir’e kaçar. Bu bölge efeler ve eşkiyalar bölgesidir.
“Kanal” adlı hikâyede birbirleriyle çocukluk arkadaşı olan Zağar Mehmet’le Dedemköylü Mehmet’in evlenip geçim derdine düşünce dostluklarının zaman içinde soğuması ve sonra da su için anlaşmazlığa düşüp Zağar Mehmet’in Dedemköylü Mehmet ve kardeşi Mustafa’yı öldürmesi anlatılır. Zağar Mehmet, tarlasını sularken arkın boşaldığını ve sarı bir çamurun çıktığını görür. Suyun Dedemköylü Mehmet tarafından kesildiğini anlayan Zağar Mehmet altı yaşındaki oğlunu Dedemköylü Mehmet’in yanına gönderip suyun salınmasını ister. Ancak kendisine cevap verilmez. Dedemköylü Mehmet'in kardeşi Mustafa'yla birlikte iki kişi olması nedeniyle evvela sulh ister. Bu bir bekleyiştir. Su, Dedemköylü Mehmet’in ekinini büyütüp kendisininkine erişmez. Karısının, akşamlara kadar elinde çapa ile iki kat çalışan altmışlık anasının ve altı yaşındaki oğlunun ekinlerle sarardığını görmek canına tak eder. Çumra’da sulama idaresi vardır, bu idarenin müdürü vardır, muhasebecileri vardır, fakat kanal Dedemköylü Mehmet’in tarlasından öteye bir damla yaşlık geçirmemektedir. Nihayet meseleyi çözemez, Dedemköylü Mehmet ile kardeşine pusu kurararak onları öldürür. Eşine de suyu açmasını, çünkü artık yukarıdaki tarlanın erkeğinin kalmadığını, oğlunu da zebil etmeyip arada bir hapishaneye ziyaretine getirmesini, kocakarıya da hakaret etmemesini tembih eder.
Hikâyedeki anlaşmazlık köydeki nizamsızlığa aittir. Türkiye tanm ülkesi vasfına rağmen 1920’li yıllarda buğdaydan, şekere, patatese kadar bir çok ürünü ithal ediyordu ve bu toplam ithalatın dörte birini oluşturuyordu. 1920’1i yıllarda ülke nüfusunun büyük çoğunluğu kırsal alanda yaşıyor ve köylülerden oluşuyordu. Hayvancılık, ikinci plana düşmüştü. Tarımsal üretim Batı Anadolu vc Çukurova dışındaki bölgelerde, yoğundu ve içe dönüktü. Tarımsal alanda kullanılan üretim teknikleri hem çok ilkeldi ve hem de üretim çeşitliliğini mümkün kılacak tarımsal bilgiden yoksundu. 3 Mart 1924 gün ve 442 sayı ile Köy Kanunu çıkarıldı. Kanunda ; köyün tanımı, sınırları, yolların yapımı, evlerin planı, sağlık, eğitim gibi çeşitli konularda 97 madde belirlendi. Köye ait işler ikiye ayrılıyordu: Mecburi olan işler ve köylünün isteğine bağlı olan işler. İsteğe bağlı olan işleri yapmayan köylüye ceza verilmiyordu. Ancak köy demeği üyelerinin yansından çoğunun karanyla isteğe bağlı işler mecburi duruma getiriliyor ve yapmayan ceza alıyordu (madde 12). Kurtuluş Savaşı sırasında özellikle Batı Anadolu Bölgesindeki köyler, yangınlar, bozgunlar, yağma gibi nedenlerle yanıp yıkılmıştı. Savaş sonrasında çok sınırlı olanaklarla da olsa bu köylerin yeniden imarının gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Bunun dışında savaş sonrası Türk-Rum Mübadele Antlaşmasıyla bir çok göçmen Anadolu'ya gelmişti ve bunlann yerleştirilmesi zorunluydu. Devlet Köy Kanunu'nda tasvir etliği ideal köy tipini, yeniden imar edilen bu köylerde uygulayabilirdi. Bu amaçla Batı Anadolu'da özellikle Eskişehir-Ankara haltı üzerinde "Numune Köyler" kurulmasına karar verildi. Devlet Manisa ve Ankara’da 69 tane numune köy yaptı. Bu köylerin evleri, yollan, köy meydanı, okulu, Köy Kanunu'nda istenen özelliklere uygundu. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı Köy Kanunu’nun başarıya ulaşmasını engelledi. Okuma yazma oranının düşüklüğü de kanunun uygulanmasını engelledi. Ağalar da ayrıca kanunun uygulanmasına mani oldular. Bu nedenle köylerde, muhtar ve ihtiyar meclisi seçimlerini etkileyerek, seçtirdikleri muhtann kanunu uygulamasını engelliyorlardı Köylüler, yıllann verdiği alışkanlıkla, muhtar eğer köyün ağası değilse, onu dinlemiyorlardı. Böylece kanunu uygulamak isteyen muhtarlar da, çoğu zaman başarısız oluyordu. Köylülerin ekonomik durumlarının yetersiz olması, buna karşılık köyün imarı için konulan maddelerin bir çoğunun paraya dayanması, kanunun başarısız olmasına neden oldu. Köy işlerinin yapılması gerekli olan gelirleri için yine köylüye gidildi. Köylüye hem “salma” salındı hem de köy işlerinde bedenen çalışması istendi. Bu, kanunun tüm maddelerinin yerine getirilmesini engelledi. Paranın büyük bir kısmı, muhtarın, imamın, sığırtmacın, köy korucusunun maaşlarını ödemek için kullanıldığından, köyü imar edecek kadar yeterli para çoğu zaman denkleştirilemiyordu. Köydeki güç dengeleri de zayıfı ezmekte idi. Köylünün yağmacı iktisadi ilişkilere tevessülü ile kıtlık birleşince haksızlığa uğrayanların sorunu suç işleyerek çözmesi kaçınılmaz oldu (ÇETİN, 1938: 38- 45).
Sabahattin Ali, bozkırdaki inatçı ve meşakkatli maişet davasını üst dilde “toprağın susuzluğu” ile anlattı: “Bu ovadaki uyuz ağaçlı, kül yığınına benzeyen köylerde insanlar parça parça elleri, yanık derili yüzleri, kenarları çok kırışık gözleriyle çalışarakinatçıtopraktanbirlokmaekmeksöküp almaya uğraşırlar (...) Bozkırlardan mahsul tırnakla kazıyarak alınır. Sapan işlemez topraklar deve dikeninden ve iki santimlik otlardan başka bir şeyi üzerlerinde yaşatmak istemezler, susuzluktan yanan gögüslerini, çırçıplak gökyüzüne açmak isterler” (ALİ, 2010: 94- 5). Ancak hikâyesinin devamında meselenin insan boyutunu gösterdi. Sabahattin Ali, hikâyesinde değerleri bozulmuş insanlardan bahsetti. “Kazlar” hikâyesinde Dudu rüşvet verilmek üzere kaz çalmıştı. Dudu’nun kocası Seyit’in düğün yerinde adamın birine silah atan sekiz kişiden biri olduğunu da hatırlamak gerekiyor. “Bir Firar” hikâyesinde, İdris’i döve döve suç itiraf etmeye zorlayan candarmadan bahsedilir. Ancak asıl mühimi, İdris’in babasının köylü nezdinde itibarlı bir imamken öldüğü ve oğul İdris’in binbir türlü dalavereye girdiğidir. Köylü artık sabrı taşınca İdris’i candarmaya işlenen bir soygun nedeniyle ihbar eder. Hikâyelerde halkın bir nizam arayışı içinde olduğu hissedilmektedir. Sabahattin Ali’nin hikâyesini farklı bir nazarla okuduk.
Bir noktayı daha işaret etmek isterim. Sabahattin Ali’nin “Değirmen” hikâyesi ile Ömer Seyfettin’in “Diyet” hikâyesi ilginç bir koşutluk içerisinde. Konular birbirinden farklı olsa da her iki hikâyede de kahramanın kolunu ait olunan değer için feda ettiğini görmekteyiz. Meselelerini konuşarak, ikna ederek, anlaşarak ve ahlâkî- toplumsal normlarla çözebilen sosyal ortama muhtacız.
KAYNAKÇA:
-ALİ Sabahattin, Değirmen, Yapı Kredi Yayınları, 2010
-ÇETİN Türkan, Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Köy Sorununa Bakış: Köy Kanunu’nun Çıkarılması, 15. Yıl Kitabı, CHP Parti Dökümanı, 1938
-İNAN Hurucihan İslamoğlu, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet Ve Köylü, İletişim Yayınları, 1991
-KARAÖMERLİOĞLU, Orada Bir Köy Var Uzakta- Erken Cumhuriyet Döneminde Köycü Söylem, İletişim Yayınları, 2006