Alevîliğin mezhep mi tarikât mı olduğu, tarihî arka planı, bağlılarının bu öğretiyi nasıl öğrendiği, eğitim süreci, toplum algısındaki konumları vs. konulara girmeden kısa bir bakışla ilgi çekici bir kavrama yöneliyoruz: “Turâb olmak.” Alevî öğretinin yazılı kaynakları olan buyruklarda zikredilen ve öğretinin en temel niteliklerinden olan “üç sünnet ve yedi farzın”, eser ve döneme göre zaman zaman farklılık arz ettiği görülmektedir. Ancak Cafer-i Sâdık buyruğunda bu temel esaslar şu surette verilmektedir:
“Tâlibin boynunda sûfîliğin hakkında üç sünneti vardır: Birincisi: Gönlünde kin-kibir olmaya. İkincisi: Kalbinde adâvet olmaya. Üçüncüsü: Turâb ola.
Ve dahi sûfîliğin yedi farzı vardır: Birincisi: Mürebbisine düşe. İkincisi: Musâhib ola. Üçüncüsü: Tac uruna. Dördüncüsü: Sırdar ola. Beşincisi: Yâre yâr ola ve özü ulu ola. Altıncısı: Beli berk ola. Yedincisi: Hakla sohbet kıla.
Ve dahi sûfîliğin bir şartı daha vardır: Özünü meşâyihe yetire.
İmdi malum oldu ki, bu sünnetleri, bu farzları yerine getirmeyen ve bu minval üzere olmayanlara sûfî diye inanmayasınız. Birinci sünnetten düşen tâlibi, görgüsüne koyasınız, nasıl hizmet ederse onunla kabul edesiniz. İkinci sünnetten düşen tâlibe üç sırdeste vurasınız. Üç akçe niyâz alasınız. Birini halîfeye, ikisini gazilere veresiniz. Üçüncü sünnetten düşen tâlibe beş sırdeste vurasınız. Beş akçe niyâz alasınız. Üç akçesini gazilere, ikisini halîfeye veresiniz…” (Buyruk [haz. Sefer Aytekin], Ankara 1958, s. 114)
“Turâb olmak” ne ola ki? Farklı buyruklarla yapılacak çapraz okumalar, üçüncü sünnetin keyfiyetini anlamaya az da olsa imkân verecektir. Bu sünnet, çeşitli buyruklarda muhtelif şekillerde yer almaktadır: Farzları bilmek ve yerine getirmek; kimseye düşmanlık etmemek; bin kişi iken dahi bir kişi gibi oturmak ve söz söylemek; kendinden öfkeyi gidermek; yola teslim olmak; Ali’dir. Bunun gereği ise Muhammed-Ali’nin yoluna gönül rızası ile teslim olmak; tarikatın her türlü yolunu yerine getirmektir çünkü sünnet-i resûl, tarikat-i resûl demektir (Üç sünnet-yedi farz hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Doğan Kaplan, Yazılı Kaynaklara Göre Alevîlik, Ankara 2010, s. 241-249).
Anlaşılan o ki, turâb olmanın en temel niteliği teslim olmaktır. Bu teslim olmanın keyfiyeti ise, vazifelerini bilen, kimseye kin gütmeyen, birlik beraberliği arzulayan bir kul olmaktan başlayıp tarîkin tüm âdâbına teslim olmaya kadar varan bir çerçeve içerisinde yayılmaktadır.
Üçüncü sünnet bazı buyruklarda “Ali” olarak nitelenmektedir. Dolayısıyla Ali olmak ile turâb olmak arasında en azından bir bağın bulunduğu düşünülebilir. Hz. Ali’nin en bilinen lâkabının Ebû Turâb olduğu bu bağlamda hatırlanmalıdır. Rivâyete göre bir gün Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi aramaktadır. Kendisine onun mescidde olduğu haber verilir. Bunun üzerine Nebî-i Zişân mescide girer ve Ali’yi yere uzanmış ve üstü başı tozlara belenmiş bir vaziyette bulur. Ve ona hitâben “kalk ey toprağın babası/qum yâ ebâ turâb” buyurur (Buhârî, Salât 58).
Rivâyetin tahlil edilmesi gereken bazı nitelikler barındırdığı görülmektedir. Öncelikle Mescid-i Nebî’nin zemini topraktır. O dönemin örf ve imkânları çerçevesinde, kulun Rabbi ile olan münasebetini sağlayan en merkezi mekânın bu sadeliği dikkat çekicidir. İkincisi; Ali ve belki daha başka sahâbîlerin Mescid’de uzanmayı, dinlenmeyi, soluklanmayı problem etmeyişleridir. Muhtemelen çoğu zaman bir köşesine kıvrılan ve uyuyan sahâbîleri görmek mümkündür. Bu tarz-ı hareket, o devirdeki dinî telakkinin yanı sıra, coğrafî ve örfî şartlar göz önünde bulundurularak da anlamlandırılabilir. Üçüncüsü; yere uzanmanın tevâzu ile olan ilişkisidir. Kişinin komplekssiz bir şekilde yer/zemin/toprak ile temas edebilmesi büyük bir nimettir. Özellikle de masa-sandalye kültürünün zihinlerde büyük bir yer işgal ettiği günümüzde. Yeri geldiği zaman, insanın, harcı olan toprakla bu tarz teması nefsin sürekli kabaran bencilliğini, sâir insanlara ve tabiâta olan üstünlük ve otorite kurma sevdasını önlemeye imkân verecektir. Bu manada Ali, hiç sıkılmadan yere/toprağa uzanan ve tevâzuunu bu surette de ispat eden bir kişilik yapısını yansıtmaktadır. Bir diğer dikkat çeken nokta Ali’nin toprağa belenmesi ve Hz. Peygamber’in ona olan hitâbının keyfiyetidir. Örtüsüne sarılmış ve tozlara belenmiş Ali, Nebî-i Zişân’ın dilinde artık “toprağın babası”dır. Arap örfünde bu tarz hitapların yaygınlığı ehlinin malûmudur. Hitaptaki latife ise nebevî ahlakın bir diğer yönüne ilgileri çekmektedir. Bu hitap aynı zamanda ayağa kalkmaya davet etmektedir. Yani insan, harcının ne olduğunu kavramak ve aklında tutmakla birlikte ayağa kalkmayı ve izzetini muhafaza etmeyi de bilmelidir. Ebû Turâb künyesinin yıllar yılı kullanıldığı ve kendisi ile gurur duyulduğu düşünüldüğünde, bu hitâbın bazı nitelikler taşıdığı da anlaşılmaktadır. İlki, bu künye bizzat Nebevî bir nitelendirmedir ve bu haliyle korunmaya ve saygı duyulmaya lâyıktır. İkincisi, bu künye bizatihi toprak-tabiatlılığı çağrıştırdığı ve insana özünü, kadîmi, şimdiyi ve öteyi hatırlattığı için değerlidir.
“Turâb olmak=Ali” metaforuna kısa bir bakıştan sonra, kavramın diğer anlam alanlarına yönelebiliriz. Turâb olmanın teslimiyetle ilgisi de buyruklardaki bazı ifadelerden anlaşılmaktadır. Bu teslimiyetin farzları yerine getirmek ve tarîke teslim olmayı içerisinde barındırdığı izahtan varestedir. Teslimiyet ve kimseye kin gütmemek ile turâb olmak arasında ise şu tarz bir ilintinin bulunması imkân dâhilindedir: Nasıl ki toprak, hem gökten hem kendisi dışındaki varlıklardan gelen her bir şeye karşı sessizdir ve onları itirazsız bir surette kabul eden bir görüntü sergilemekte ise, turâb olan insan da, kendisine ister nimet ister nikmet kabilinden olsun gelen her şeyi gönül huzuru ile kabul etmelidir. Toprağın, kendisine dökülen gübrelere mukabil güller, laleler sunuşu gibi (Mevlâna), turâb olma meziyetini elde eden ıslah olmuş cân/nefs de başına gelenleri anlamlandırırken toprak-tabiatlı bir seciye ile hareket etmelidir. Dervişliğin şanından olan “dövene elsiz, sövene dilsiz olma” (Yûnus) erdemini hayatın muhtelif veçhelerine aksettirebilmelidir. Yani bu mesleğin en temel vasfı olan teslim oluşu hali ile de dillendirebilmelidir. “Hoştur bana senden gelen, ya gonca-gül yahut diken” diyenin (Yûnus) izinden gidebilmelidir. Hem Hak Teâla’nın farzlarını hem bu evâmiri yaşarken uyması gereken âdâbın (tarîkin) gereklerini elinden geldiğince ifâ etmelidir.
Üçüncü sünnet olarak nitelenen bir diğer öğe ise, “bin kişi iken dahi bir kişi gibi oturmak ve söz söylemek”tir. Bu eylemin de toprak-tabiatlı/turâb oluşla ciddi bir ilgisi bulunmaktadır. Çünkü “bin kişi iken dahi bir kişi gibi oturmak ve söz söylemek” için kişinin, kendisine benlik biçmemesi gerekmektedir. Sürekli olarak “ben” diyen, her dâim çatlak seslerle ortalığı karıştıran bir kimsenin tevâzu sahibi, dolayısıyla toprak-tabiatlı olduğunu ifade etmek çok zordur. Bu anlamda ihvân ile birlik ve beraberliği aksettiren bir eylem ve söylem biçimine sahip olmak, tam manasıyla turâb olmaktır.
Özetle “turâb olmak”, Ali tabiatlı ve tevâzu sahibi yani toprak-tabiatlı olmaktır. Teslim olmayı nimet bilmek ve âdâbı hâl ile d/el/illendirebilmektir. Kinin, öfkenin amel-i sâlih’i yiyip bitirdiğini, benlik davası gütmek için bu dünyanın çok değersiz olduğunu kavramak, yapmacık duruş ve rollerden kaçınmayı en aslî vazife bilmektir. Turâb olmak, kul olmaktır.