“Hocam biz modern insanlarız, tireni biliriz”
Pirizren, arkasını Şar Dağlarının zirvesi ve bugün Balkanların en önemli kayak merkezlerinden biri olan Birezovitsa dağına yaslamış, ortasından Akdere adlı küçük bir dere ile ikiye bölünmüş ve bu dere üzerine kurulu çok sayıda köprü ile müzeyyen, sağında ve solunda yükselen minareleriyle Balkanların en çok camili şehri olma özelliğini elinde tutan, “Bursa’nın Şar Dağı’nda devamı” kasaba irisi bir kenttir. Bu “kasaba” önemli, çünkü insanlar “kasabalı” sıfatına sahip olabilmek için evlerinde Türkçe konuşuyorlar. Pirizren’de on bin Türk yaşıyorsa elli binden çok daha fazla insan Türkçe konuşuyor! Evleri ise hep “kal’aya karşı”, Ramizem türküsü Pirizren’indir.
Çok camili olmasından mı, dağların koynunda yatar görüntüsü yüzünden mi, yoksa Cumhuriyet bürokrasisinin modernizm götürmeye gerek duymadığı orta halli bir Anadolu kasabasını andırdığından mıdır nedir ben Pirizren’e tireni yakıştıramadım. Derste bir vesile ile söz perona geldi ve öğrencilere “tirenlerin garlarda yolcu veya yük indirmek için yanaştıkları çeşitli kalkış veya varış durakları” gibi bir tarif yapmaya çalıştım, sözün bir yerlerinde “Tabiî size önce tireni anlatmam lazım, siz Pirizrenliler tireni bilmezsiniz” deyiverdim. Bu söz üzerine bir öğrenci “Hocam biz modern insanlarız, tireni biliriz” dedi, bana haddimi bildirir bir edayla ve mağruriyetle.
Bu sözü duyana kadar tirenle modernizm arasındaki yakınlığı, hatta birbilerinin mütemmim cüz gibi algılanmalarını tam olarak çözememiştim. Mareşal Tito Yugoslavyası elbette tireni en ücra yerleşim yerlerine kadar ulaştırırken Pirizren de bundan payını almış. Tirenler, Tito’dan sonra belki biraz daha Pirizren’e gidip gelmiştir, ama şimdi, garlar kimsesiz, hangarlar boş...
Cengiz Aytmatov’un Gün Uzar Yüzyıl Olur ve Cengiz Han’a Küsen Bulut’taki tiren imgesi de yine modernizm tarafındadır.
Zihnimde oluşan bu tiren eşittir modernlik tahayyülü bir türlü bende önceden oluşmuş görüntülerle örtüşmüyor! Şimdilerde adı Güney’e çevrilmiş Kurtalan Ekspresi veya Doğu Ekspresi ile Van’dan ve Siirt Kurtalan’dan İstanbul’a yolculuk eden insanların bindiği, her haliyle ancak ve ancak “Han Duvarları”ndaki odaları hatırlatan, belki kırk senedir üst üste birikmiş kirleri, haşlanmış yumurta, envai çeşit börek, kızartma ve durduğu her durakta binen yolcunun yöresine has çeşitli yemeklerin bıraktığı tuhaf kokuya karışan ter, nefes, hastalık ve sair insan kokularından mürekkep ekşi bir rayihayı insanın ciğerlerine boca eden vagonları düşünüyorum, olmuyor, Eskişehir’deki “Haşhaşlı çörek yoğurt ayraan” diye bağıran gar tezgahçısı da kurtaramıyor, modernizm bunlardan farklı bir şey!
Hadi bu ikisi çok uç örnekler diyelim, alalım Karesi Ekspresi’ni (İzmir-Ankara), Boğaziçi Ekspresi’ni (İstanbul-Ankara)... Mümkün değil, bu tirenlerin vagonlarında da modernizmin izlerine rastlamak pek mümkün görünmüyor.
Vagondaki yol arkadaşlarına zeytin satmaya çalışanından tutun da Eskişehir Yunus Emre’den her gün Ahmet Necdet Sezer’den mührü almak için Ankara’ya gidip gelen müstakbel reis-i cumhurumuza kadar batıyı ve doğuyu Ankara’ya bağlayan tirenlerin hiçbirinde modernizmle karşılaşmadım.
Evet Pirizren’den Türkiye’ye dönersek modernizmle tiren arasındaki ilişkinin görünümü, modernizmin taşıyıcı ve savunucuları açısından bakarsak, yerlerde sürünüyor!
Tiren Türkiye’de fakir halkın ulaşım aracıdır. Bundan dolayı, yokluğun, yoksulluğun, geri kalmışlığın, acziyetin, simgesi olmuştur. Tirenin çıkardığı o tiz düdük sesi, hasret ve gurbet habercisidir veya vuslat muştusudur. Batıdan gelen hiçbir şeye tiren kadar sahip çıkmamıştır Anadolu insanı.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında modernizmin yerli misyonerleri tarafından toplumu modernleştirmenin aracı, hatta bir nev’i silahı olarak algılanmıştı tiren. Bugünden bakıldığında Cumhuriyet’in en ücra memleket köşelerine modernizmi taşımak amacıyla ördüğü demir ağlar vazifesini ifa edebilmiştir demek çok büyük bir cesaret ister.
Anadolu insanı, hem Batıda hem Doğuda modernliğin temel göstergelerinden biri olan tireni batıcı misyonerlerin elinden alıp kendisi ile hemhal etmiştir, nasıl? Renginden dumanına, katarına kadar her bir unsuruna ayrı ayrı türküler yakmış, maniler düzmüştür. Acaba neden telefon, telgıraf (telleri çok mühim değil, kuşlar ağaç dalına da konar), televizyon, otobüs, uçak gibi pek çok ulaşım ve iletişim aracına karşı bigane kalmıştır? Tireni bunlardan ayırıp kendinden bir parça, aileden bir fert olarak her şeyi ile kabullenmesi nasıl açıklanabilir?
18 parçalık bir albüm (Tren Türküleri, TCDD 150. Yılı Anısına, KTB Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü yayını) çıkaracak kadar hangi batılı nesneye veya kavrama türkü yakılmıştır? Bunun mutlaka bir sebebi olmalı, uzun zamandır zihnimi işgal eden bu mesele derste geçen yukarıdaki konuşmadan sonra daha da yoğunlaşarak beni meşgul etmeyi sürdürdü. Ve sonunda galiba bir cevap buldum, TCDD resmî internet sayfasında Sultan 2. Abdülhamid Han’ın şu sözleri biraz açıklıyor meseleyi: "Bütün kuvvetimle Anadolu Demiryollarının inşasına hız verdim. Bu yolun gayesi Mezopotamya ve Bağdat'ı, Anadolu'ya bağlamak, İran Körfezine kadar ulaşmaktır. Alman yardımı sayesinde bu başarılmıştır. Eskiden tarlalarda çürüyen hububat şimdi iyi sürüm bulmaktadır, madenlerimiz dünya piyasasına arz edilmektedir. Anadolu için iyi bir istikbal hazırlanmıştır. Memalik-i Şahane dahilindeki demiryollarının inşaatı mevzuunda büyük devletler arasındaki rekabet çok garip ve şüphe davet edicidir. Her ne kadar büyük devletler itiraf etmek istemiyorlarsa da bu demiryollarının ehemmiyeti yalnızca iktisadî değil, ayni zamanda siyasîdir."
Ancak TCDD’nin internet sayfasında sadece Bağdat’a kadar yapılan demiryolundan bahsedilmektedir. Demiryolları tarihçesinde de Cumhuriyet’ten önce yapılan demiryolları arasında Hicaz Demiryolundan hiç bahsedilmemiş, niye? Yoksa aşağıdaki manzaradan AB sürecinin zarar göreceğine mi inanıyor yetkililer?
“30 Ağustos 1908'de faaliyete geçen Hicaz demiryolu, İstanbul'dan kalkan tireni Medine-i Münevvere'ye kadar ulaştırabiliyordu. İlk tiren, İstanbul'dan gelen misaferlerle birlikte 27 Ağustos Perşembe günü, Şam şehrinden Medine istikametine hareket etmişti. Trende, devlet adamlarından müteşekkil kalabalık bir heyetten başka, yerli ve yabancı pek çok gazeteci bulunuyordu. Özel tirenin büyük bir salon-vagonu, bir lokantası, bir cami vagonu ve üç yolcu vagonu vardı. Hız, o zaman için mükemmel sayılabilecek olan 40-60 km arasındaydı. Tren yalnızca iki şey için duruyordu. İkmal ve namaz... Çöl kumları üzerinde cemaatle namaz kılınırken, ikmal için develerle su getiriliyordu. Tren 30 Ağustos Pazar günü öğleden sonra saat iki sularında Medine-i Münevvereye varıldı.” (http://home.arcor.de/abdulhamidhan/liderlik/hicazdemiryolu.html).
Şu harikulade manzarayı canlandırabiliyor musunuz zihninizde? Bu ve benzerlerini yaşamış tirenler, demiryolları modernizmin misyonerliğini yapar mı?!