Mukaddime
Şu cihân-ı ibrette âsâr-ı beşerden nazar-ı tahayyürle müşahede olunan bunca bedayî’-i hıred-fersâ, bütün müdâvele-i efkâr ve taklid-i âsâr ile vücûda gelir. Bir adam kendi kendine kalınca haiz olduğu istidad-ı terakkîyi izharda tekellüme henüz başlamış bir masumdan pek az ileri gidebilir. Hatta ültefleri birkaç çadır halkına münhasır olan beyâbân-ı vahşet-perverdelerinin meksubât-ı insaniyede medeniyet içinde yaşayan mektep çocuklarından büyük bir farkı görülemez. Hususiyle hubb-ı vatan, taraftarî-i millet, iptilâ-yı hakikat, istihkar-ı menfaat gibi mekârim def’aten bir vicdanı perverde edeceği hissiyât-ı âdiyeden değil, taklid gibi, sabıka gibi dâiye-i tefevvuk gibi nice esbâb-ı teşvik ile tekevvün edecek melekât- ulviyedendir.
Bu melekât ise haddizatında mahbub-ı kulûb-ı cihanîyân olacak derecelerde nazarrübâ-yı vicdan olduğu için şaşaa-i bedâyi’ ile bir kere meydân-ı zuhura gelince binde bir gönül bulunmaz ki hüsn-i âlem arasına incizâb etmesin.
Zahirde gönül eğlendirmekten başka işe yaramaz gibi görünen edebiyatın erbâb-ı tedkik nazarında aksâm-ı fünûnun en nâfi’ ve en muteberlerinden ma’dûd olmasına bir büyük sebep de mürebbî rûh ve müzekkî-i efkâr olan emsâl-i ahlâkın tezyîninde gösterdiği kuvvettir.
Ümem-i kadîme ve hâzıradan faziletiyle maruf olanlarının nümûne-i imtisaâl olmağa layık bir vak’a-yı tarihîyeleri yoktur ki, ya bir şairlerinin kuvve-i hayalleri veya bir ediplerinin maharet-i kalemiyle hafıza-i itibar-ı millete nakşedilmiş olmasın. Dirîğa ki akvâm-ı İslâmiyenin hûn- feyyazı her asırda mucizât-ı fıtrattan ma’dûd birçok e’âzım yetiştirdiği hâlde edebiyatımız bu devre gelinceye kadar bir meslek-i sahîhe giremediğinden ekserînin müesseri aramızda bütün bütün unutulmuş ve belki yâda bile alınmamıştır. Hatta namları bile olsa olsa tevârih-i mufassalada görülüyor.
İslâm içinde fezâil-i ahlâk hemen umumîyet derecesinde münteşir olduğundan şimdi tavk-ı beşerin fevkınde gördüğümüz birçok ef’al evvelleri umûr-ı âdiye hükmünde tutulduğu cihetle tarihlerimiz akıllara veleh getirecek bunca vekâyi’-i fevkaladeyi vukuât-ı ruz-merre hiç ehemmiyet vermeksizin tahrir edegeldikleri için hikâyât-ı seleften maksad-ı aslî olan hassa-i istifâdenin tezhîb-i ahlâk kısmı bütün bütün sakıt hükmündedir. Binaenaleyh itikad-ı acizaneme göre birkaç seneden beri gerçekten edebiyat ıtlakına istihkak göstermekte olan âsâr-ı cedidemizde en ziyade tekessürü arzu olunacak şubelerinin biri de millet-i İslâmiyenin sevâbık-ı azametini yâd ettirecek resâildir.
Bu itikad üzerinedir ki ekâbir-i İslâmdan cins-i harikuladesi şahs-ı mukaddesine münhasır olan ve ismi bile erbâb-ı mütalâadan belki binde birinin malumu olmayan mücahid-i meşhur Emir Nevruz’un tercüme-i hâlini bir risale şeklinde tahrire cesaret eyledim. Ümit ederim ki bu mevzunun azameti telifin nekayısını nazarlardan iskat eder, yalnız o derece âli bir meselenin tasviri benim gibi bir acizin kalemine tesadüf eylediğine teessüf olunur.
TERCÜME-İ HÂL-İ EMİR NEVRUZ
Hiç şüphe yoktur, altı bin senelik âlem-i insaniyetin müptelâ olduğu devâhî (musibetler, belalar) içinde Tufan’dan sonra en şiddetli bela istilâ-yı Tatar’dır. Cengiz gibi kaplandan yırtıcı, yılandan hain, şeytandan müdessis bir reis-i cebbarın sâik-i âmâl-i hunhârânesiyle Karakurum sahralarından Asyanın her tarafına yayılan milyon milyon vahşiler memleket yıkmakta, insan telef etmekte Tufan’dan bile geri kalır âfetlerden değil idiler.
Tufan-ı kebir tufan-ı mâ ise, zuhur-ı Tatara da tufan-ı ateş veya tufan-ı hûn denilse şâyestedir. Çünkü bir fırkası bir şehre hücum etse, behemehal yerinde kemik yığınından bina hakislerinden başka bir şey kalmazdı. Bir ordusu bir sahraya uğrarsa elbette atları dizkapaklarına kadar kan ile yoğrulmuş çamura batmadan geçmezdi. Sübhanallah böyle bir bediye-i cihansuzı İslâm üzerine, o zamanlar İslâm’ın makam-ı hilafetinde bulunan Nasır li-dinillah taslid eyledi. Birbiriyle keşâkeşten hiçbir vakit hâli olmayan mülûk-ı tevâif içinde ise Sultan Alaaddin Muhammed Harezmşah’tan başka kudreten mülken hâlen, mevkıen Cengiz’e karşı duracak bir fert yok idi o da yalnız bî-intibâhane Cengiz muharebatının zuhuruna sebep olduktan sonra dört yüz bin askere malik olduğu hâlde fakat bir kere meydan cengine girebilmekten ve orada da galip mağlup nâ-malum ve belki Harezmşahîler Tatarlardan ziyade galip ıtlakına şayan iken bilâ-sebep kuvvasına istila eden vâhime ile elinde bulunan ve o zamanların hükmünce alemin en mamur ciheti olan koca bir mülkü bir naire-i bela içinde bırakarak ve hatta validesini, ezvacını, evladını rast geldiği kalede Tatarın şimşir-i gardına terk eyleyerek ta Bahr-ı Hazer içinde o zamana kadar insan ayağı basmamış bir cezirede ihtifa etmekten başka bir şey yapmağa muktedir olamadı.
Sultan Muhammed o hâl-i mezellet ve cebânette halife olacak Yadigâr ise Harezmşahîlerden güya Tatar kuvveti ile intikam almış olmak gibi bir hülya-yı garip ile meserrette oladursun! Cengiz ve dört evladı birkaç seraskeri yüzbinlerle Tatar-ı gaddarların riyasetine geçerek Asya’nın her tarafına “nârullâhi’l mûkadeti” (Allah’ın tutuşturduğu ateş, Hümeze suresi 7. ayet) hükmünü gösterdiler. Her biri bir Londra, Paris, İstanbul büyüklüğünde yirmi, yirmibeş şehri yer ile yeksan eylediler, her biri vaktiyle bir padişaha cihangir dedirmiş yirmi kişveri ateşler, kanlar içinde bıraktılar. Hulefaya gösterdikleri perestişkârane mutâvaat ve selâtin ve ümeradan gördükleri hürriyet-şikenâne taaddiyat ile ahlâkı âzâ-yı meyyit gibi bir inhilâl-i küllî hâlinde bulunan akvâm-ı İslâm’ın umumuna bir derece yılgınlık gelmiş idi ki -ekser müverrrihlerin ittifakı üzre- (Moğol) Harezm mülkünü zapt ettiği zaman her Tatarın idam ettiği adam yirmidörde baliği olmuştu. Merağa’da bir Tatar karısı bir saray halkını alelumum katletmiş ve hiçbirinden mukavemet değil tahlis-i can için bir hareket-i mezbuhane bile görmemiş idi.
Tatarlar uğradıkları yerlerde mesâcid-i İslâm’a bargir bağlar, mekaabir-i şühedâda işret meclisi kurar, sokak başlarına ya Cengiz’in veya evladından birinin tasvirini rekz ederek umumî ser-be-sücûd ta’zim eder ve gerden firaz-ı ictinab olanların başını bay-ı hâl-i pâ-yi saneme kalkan eylerler idi. İslâm’ın uzamâsı ise Devlet-i Cengizî’ye hıdmetinden istifade etmek, ümerâ-yı müşrikîne kız, hatta sultan vermek birkaç günlük devlet-i dünya için emir ve ve vezirin idamına çalışmak rezilelerinden başka bir şey düşünmezlerdi.
Hatta ağreptir ki gerek Cengiz’in ve gerek evladının vüzerası, ümerası, müsteşarları, askerleri, hasılı İslâm’ın kahrı için kullandıkları vesaitin en müessirleri ekseriyet üzre ehl-i İslâm idi. Ulema kitaplar yazar, mukaddimesini Tatarın evsafında Firdevsî’ye yaraşırcasına mübalağalarla telvîs ederek, müşrik bir cebbardan iltifata nail olmak veya birkaç kuruş kapmak için rürbe-i ilm-i hazîz-i (dadla) ridaetin esfel-i derekâtına tenzilden hicap etmezler idi. Ukala bir re’y keşfeder o kuvvetle bir müşrik Tatarı bir koca İslâm memleketi enkazından yapılmış bir taht-ı saltanat üzerine geçirip de karşısında secdee etmekten başka mahsur marifetlerini sarf edecek bir mahal bulamazlar idi.
Asırlarca devam ederek İslâmiyet ve hatta insaniyeti bütün bütün perişan etmeğe istidad göstermiş olan Tatar fitnesi esnasında koca millet-i İslâmiye içinde yalnız birkaç kişi vazifelerini ifa etmeğe çalıştılar: Biri Harezmşah evladından Rükneddin bin Alaaddin Harezmşah idi ki bedbaht-hane (Firuzkuh) kalasının muhafazasında bulunmağa mecbur olarak imkân müsait olduğu kadar dayandı, nihayet esir oldu. Vatan ve milletinin kadrini i’zazen Tatar seraskerine teklif olunan secdeyi değil, hatta selâm vermeği kabul etmeyerek gerden-i hamiyyetini şemşir-i cellada teslim eyledi.
İkincisi mülûk-i İslâm içinde zuhur eden kahramanların içinde en büyük tali’siz olan Celaleddin bin Alaaddin Harezmşah idi ki, pederinin vefatından sonra memalik-i İslâmiyeyi Tatar dahiyesinden kurtarmak için bir insana göre imkân dahilinde olan himmetin, gayretin, tedbirin, hamiyyetin hiçbirinde kusur etmedi. Gazne’de Hind’de İsfahan’da, Musul’da birer devlet teşkil eyledi. Muharebatının hemen cümlesinde Tatar galip oldu. Fakat nihayetinde me’yusane dağlara düşerek milyonlarca Tatara karşı duran öyle bir mu’cize-i celadet birkaç haydut elinde telef oldu. Çünkü ümerasının biraderlerinin zamanında bulunan mülûk-i İslâmiyenin Halife-i Bağdad’ın hiyanetinden hiçbir vakit emin olamamış idi. Bir hâlde ki: meselâ, nefsini, ailesini, devletini, ikbalini vatan yolunda feda ile önüne tesadüf eden enhar-ı azimeye sebahatle geçecek kadar gayret göstererek Tatar pençesinden kurtuluyor ve üç yüz kişiyle koca Hind-i Şimalîyi ve müteakıben Irak-ı Adcem’İ zîr-i iradesine alacak derecelerde harikalar ibraz ederek düşmana karşı duracak bir kuvvet hasıl ederdi. O kuvvenin isti’mali lazım geldiği zaman ise biraderi elindeki ordunun nısfını kendine uyduırur Cengiz tarafına giderdi. Kusurları Mısır’da birbirini müteakip saltanata vasıl olan Firuz, Melikü’z-zahir Baybars Melik-i Eşref gibi kölemen leventleri idiler, ki memâlike devletinde olan maharet-i cündîyane ve nefeslerindeki gayret-i kahraman-pesendane ile Afrika ile Hicaz’ı ve Suriye’nin bazı taraflarını Tatar hücumundan muhafaza etmişlerdi.
Cengiz evlâd-ı ahfad ve ümera ve vüzerası ise etrafında bulunan müslim ve gayr-ı müslim akvamın recüliyetine arız olan inhitat cihetiyle her biri adeta İskender gibi bir cihangir kesilerel şimalen Lehistan ve cenuben Suriye hududundan Aksa-yı Çin’e varınca, Avrupanın şark cihetlerinde ve Asyanın Hicaz ile Hint cenubundan başka hiçbir yerinde kılıçlarına baş eğdirmedik memleket putlarına secde ettirmedik millet burakmadılar. Vüzeradan, ümeradan başka selâtine de ve hatta Cengiz evladında bile birçok Muhammedîler, İsevîler, Musevîler, hakîmler, Çin’in edyanına tabi ademler var idi. Fakat cümlesi itikadını yalnız umur-ı vicdaniyesine hasreder, cümlesi dini siyasetten hariç addederlerdi. Hatta Hülagu Hilafet-i İslâmiyye’nin Bağdad’ı zapta geldiği vakit en büyük muîni İslâm içinde meratib-i meksubenin en büyüğü olan vezaret-i uzamâ sahibi İbn Alkım ve en büyük müsteşarı o vakitlerce ulemanın azam ve efdali addolunan Nasır-i Tusî idi.
Şu zalûm ve cahûl (Ahzab 72) sıfatına mazhar olan ebna-yı beşerin hiçbir fırkası içinde hiçbir zamanda cebbarlıkta akranı gelmemiş olan Cengiz siyasiyatın mucidi hükmüne geçmiş ve echel-i akvam-ı cihan olan Tatar hunharlarını kendi zu’munca idare için ahlâk-ı rediyye ve kasvet-i kalp ve temayülat-ı hunharanesini zaman ve mekânın vahşetinden tevellüd eden adat-ı cahilane ile mezc ederek tertip ettiği nizamname veyahut (Tatar ıstılahınca) yasa ki meselâ suya tebevvül edenlerin idamı ve teklif-i teslimi kabul etmeyen bir şehir halkının katliamı gibi en vahşi siba’ın hatırından geçmeyecek nice ahkâm-ı zalimaneyi cami’dir. İdare-i alemce edyanın mahsul-i ilhamatına ve kâffe-i akvâmın hülasa-i mücerrebatına faik addolunmuştur.
Hasıl-ı mehd-i insaniye, mescid-i aksa-i diyanet evvelin-i dershane-i hikmet darü’l-muallimîn-i marifet, nümune-i ümran-ı medeniyet, maşrık-ı envar-ı ma’delet olan Asya kıt’ası Cengiz gibi siba’dan eşna’ şirk-i kadr-i mel’un-ı cehl gibi derin bir dahiyenin zuhuru üzerine her tarafı tahtadan yapılma kaba saba sanemlerle dolmuş bir puthane, her köşesi kanlı kellelerden yapılma kalelerle müzeyyen bir istihkâm-ı vahşiyane şeklini bulmuş idi. Bu hal ile insaniyet bir alay siba’-ı vahşetin bâr-ı zulmü altında inler, o zamanlar marifet ve medeniyetce insaniyetin hami ve üstadı olan millet-i İslâmiye bir müşrikin tasviri önünde titreyerek secdeye kapanır, kürre-i zemin bayağı kan içinde yuvarlanır iken umur-ı cihanın hamiyyetini istiâba kâfi olacak kadar büyük gönüllü bir mert yalnız başına alemi eski tarz-ı itidaline çevirmek azm-i âlî himmetanesi gibi dehşetli bir hayale hakikat vermek teşebbüsünden ihtiraz etmedi. Kendinden evvel gelen kahramanların, fedakârların o yolda ettikleri gayret hakkında gördüğü işittiği korkunç korkunç tecrübelerden gayretine halel getirmedi. Tatar gibi birinci derecelerde mütegallib ve diyanetin ferman-ı adl ü ihsanını kabul istidadından bütün bütün beri olmakla beraber dünyanın en mamur kıt’asında ve en vasi’ bir cihetinde “keyfe mâ-yeşâ” infaz-ı hükm ve merama alışmış bir kavmin Şeriat-ı Muhammediye’nin ahkâm-ı adilesine ittibaını istihsal için akaid-i batıla ve temayülât- fasidelerine ilan-ı husumet gibi bir muhatara-yı uzmayı ihtiyar eyledi. Bu zat müverrih-i meşhur Vassaf’ın Ebu Müslim-i Sani ünvanıyla yad eylediği mücahid-i al-i himmet Emir Nevruz’dur ki, hakikat-i hâlde “Ebu’l İslâm” ünvan-ı mefhareti ile yad olunsa şayestedir. Emir Nevruz Cengiz zamanında -sâir ümera-yı İslâm gibi- Tatar hizmetine girerek bazı menasıb-ı aliyeye nail olan Ergun Aka (Ağa) namında bir adamın birkaç evladından biri idi.
Pederi 30 seneden ziyade Horasan ve Sistan ve Irak ve Azerbaycan gibi Tatara mahkum olan memalik-i bâz cihetinde Tatar tarafından icra-yı imaret ettikten sonra, mahsul-i mesaisinin câh ve mal kısmını burada terk ederek vizr ü vebâl hissesiyle öteki dünyaya gitmişti.
Yadigâr-ı ömrü olan birkaç evladından her biri hanedan-ı Cengiz fürûundan birine intisab ettiler, Devlet-i Tatar’dan bir memlekete vali veya bir askere emir oldular. Pederlerinin mesleklerinde imrâr-ı ömre çalıştılar. Nevruz Beğ dahi o zamanlar hükmünce Horasan ve Kirman taraflarına hükmeden Şehzade Gazan’ın hizmetinde idi. Fakat uluvv-i cenâbı öyle devlet hizmeti, hükûmet memuriyetiyle kanaat eder mertebelerde olmadığından daima maksadı ve meslek-i hareketi te’yid-i İslâm için elinden gelen sa’yda kusur etmemek idi. Te’yid-i İslâm ise o zamanlar hükmünce Tatarın Dîn-i Muhammedî’yi kabul etmesine ve o ise Tatar ümerasından birinin bu meslek-i necatta pişvalığına muhtaç görünüyordu.
Nevruz Beğin müntesip olduğu Şehzade Gazan daha çocuk olduğundan bittabi öyle biz emr-i azimede ileri atılmağa salih olmamak cihetiyle Nevruz Beğ fıtratında şeref-i diyanet ve infaz-ı adalete ziyade istidad gördüğü Emir Buka’ya ki, Ergun Han’ın vezir-i azamı makamında idi, hülul ederek onun kuvvetiyle ahkâm-ı şer’iyye ve a’dad ve akaid-i İslâmiyeyi Tatar arasına yerleştirmek için elinden gelen himmetin sarfında kusur etmedi. Ancak Buka’nın şaşaa-i ikbali pek çok zaman sürmeyerek Ergun Han ile beynlerinde zuhur eden münaferet üzerine kendisi idam edildiğinden Emir Nevruz bu teşebbüsünden maksadınca büyük netice istihsal edemediği gibi, Buka ile olan münasebeti cihetiyle Şehzade Gazan indinde emanet ve mahremiyeti dahi zail olmuş idi, hatta Şehzade Gazan Buka’nın idam olunduğunu haber aldığı gibi Nevruz Beğin dahi vücudunu kaldırmak niyetine düşmüş ve çocukluğu cihetiyle bu niyetini birçok evza’ıyla hissettirmiş idi.
Nevruz Beğ Tatar hizmetinde bulunmakta evvelden beri müteneffir ve ihtiyar edeceği hatt-ı harekette mütereddid iken bu badirenin zuhuru üzerine adeta itaatten çıkarak İslâmiyet namına Tatara ilan-ı harb etmeyi gözüne aldırdı. Nihayet Şehzade tarafından idamına hüküm sadır olduğu gece refâkatindeki askerden İslâm olanları intihap ederek Gazan Han ordusunu terk ile şark taraflarına doğru azimet eyledi.
Biraz zaman Harakan ve Horasan hudutlarını levendane devrederek himâyet-i din ve i’lâ-yı şân-ı askeriyede gösterdiği himmet ve maharetle yanına bir onbeş bin kadar mücahit cem etti ve o kadar cüz’î bir kuvvetle maiyetinde hemen Hülagu kuvvetine yakın asker olan Şehzade Gazan üzerine üzerine yürümekten çekinmedi.
Sevk ettiği keşif kolları yine ümerâ-yı Tatardan Yergucu Buka’nın yüz bin kişilik bir fırkasına tesadüf ederek Nevruz Beğe haber vermişler idi. Emir ise bu askeri kesretine nazaran Gazan ordusu kıyas ederek hemen o gece basmağa kıyam eyledi ve tâ be-sabâh bir ceng-i Haydarane ile o kadar tatarı kahr u perişan etti.
Sabah olup da ordugâh-ı muayene ile Buka’nın meydân-ı marekede lâşesini bulunca hücumunda vuku bulan sehvini anladı. Mamafih itikadınca maksâd-ı aksâ Sultan Gazan’a galebe değil vezâif-i diyanete hizmet olduğundan bu muzafferiyet-i celileyi de kendince bir mukaddime-i zafer addiyle Cenâb-ı Hakk’a azim azim şükürler etti.
Şu kadar var ki muharebe-i vakıada zîr-i livâ-yı celadetinde müctemi’ olan guzât-ı kirâmın bir haylisi şehid olmuş idi. Binaenaleyh meslek-i hamiyetinde devama müsait olacak kadar kuvveti kalmadığından iade-i mâfât için yine Harakan (Kars) taraflarına avdet mecburiyetinde bulundu. Orada ise evlâd-ı Cengiz’den Gisu’yu eline geçirdiğinden diyanet-i İslâmiyeye imale edebilmek ümidi ile hemen hanlık mesnedine iclas ederek onun namına icra-yı hükümet ile zaptedebildiği birkaç eyaleti Şeriat-ı Mutahhara’nın ahkâm-ı âdilesinden behredâdilesinden behredâr-ı emn ü âmân eyledi. Teşkil eylediği ufacık devlet üç-beş ay içinde her biri henüz devr-i istilasında ve binaenaleyh intizam u i’tilâ-yı zuhur halinde bulunan Asya hükümetlerinin kâffesine hem bir nümûne-i memuriyet hem bir cihet-i ihtiraz ve dehşet olmuştu.
Beri taraftan ise Sultan Gazan bu vak’ayı işitince ruûnet-i saltanat ve unf-ı Tatarî ile bir âteş-pâre-i hiddet kesilerek havza-i hükûmetinde bulunan bilâd u kabâile-i Devlet-i Cengiziye’nin nişan-ı iclâı olan al damgalı menşurlar irsaliyle silah kullanmağa muktedir ne kadar haşerat bulabildi ise cümlesini cem etti. Yüz yüzellişer bin kişilik fırkalardan mürekkep bir ceyş-i azim ile Nevruz Gazi’nin ihvân-ı silahı olan bir avuç kahramanı taharriye azmeyledi.
Emir Nevruz üzerine yürüyüp gelen dahiyenin (tehlike, bela) vefret-i fevkaladesine nazaran kolaylıkla pîşine seddolmak mümkün olmayacağın bildiğinden İslâm’dan bir medet veyahut Cenâb-ı Hakk’tan başka suretle bir iâne-i gaybiyye zuhûruna intizaren bir müddet barınabilecek bazı mevaki tedariki için hükmettiği yerlerin hududundan mümkün mertebe tebâüd etmekte idi.
Fakat bir gün hiç ummadığı bir yerde Gazan ordusu pîş-i azimetinde görünüvermekle kuvvetinin cüz’iyyeti her türlü ihtimal-i galabeyi salib olduğu ve bir tarafa çekilmeğe hasbe’l-mevki imkân müsait olmadığı gibi teslimiyet mezelletini kabule dahi gayret-i İslâm mani olduğundan Emir Gazi rüfekasını cihada tahriz ve şehadete tergîb ile yalın kılıç önlerine düşerek cüst-cû-yı mevt edercesine bir şiddet-i fevkalâde ile düşmana hücum eyledi. Sekiz saat kadar imtidâd eden bir ceng-i Rüstem-pesendane ile birkaç kere Tatar fırkalarını yarmağa muvaffak olabilmiş ise de o kadar nisbetsiz bir kesret yalnızca gayretle mukabele mümkün olamadığından ve Tatarın bir dağılan safını bir orduluk asker tecdid ve te’yid eylediğinden ihvân-ı hamiyyetinin onda sekizini hâk ve hûn içinde bıraktıktan sonra hayatta kalan ve dininin şevketini kendinin vücuduna mütevakkıf gören fedâkârân-ı İslâmın ibrâmât-ı niyâz-mendânesine dayanamadı, yetimân-ı felek-zede gibi bir girye-i me’yûsâne ile ric’at etti.
Dehşet-i şemşîri ise düşmanda takibe cesaret bırakmadığından sellemehü’s-selâm cüst-cû-yı tevfîk u zaferle Sistan taraflarına azimet eyledi.
Orada dahi biraz zaman neşr-i adalet ve tedârik-i kuvvete ikdam eyledikten sonra toplayabildiği mücahitleri vakf-ı vücut eylediği maksad-ı celil ile uğraşmağa kafi görmediği için çaresiz yine İslâmiyet ve insaniyetin belâ-yı müşahhası addettiği evlâd-ı Cengiz’den birini İslâmiyet ve insaniyetin necatına vasıta etmek tasavvurauna düşerek Bedahşan üzerlerinden Asya’nın o cihetlerinde infaz-ı hükmetmekte olan Kaydu Han nezdine azimetle taliini bir daha tecrübeye kıyam eyledi.
Kaydu Han ise Nevruz Beğ gibi şöhret-i şecaat ü mehareti âfâk-gîr olmuş ve âdi ümeradan iken ikdâmât-ı fedâkârâne ve tedâbîr-i sâdıkası kuvvetiyle bayağı sahib-i zuhur unvanı kazanmış olan bir muîn-i müeyyedin kendine müracaatini bir iâne-i âsumânî hükmünde tutarak kendini tekrimat-ı fâika ile rehin-i imtiyaz ettikten başka Mavera’ün-nehr askerini rayet-i istiklâli altına tevdi’ eyledi. Müşarunileyh oraların idaresine müvekkel olduğu sırada ise Tatar güruhu sevabık-ı galibiyetlerine nazaran kendilerine bir cins-i mümtaz nazarıyla bakarak İslâm’ı ve her türlü iğrâz-ı nefsaniyelerini istihsaline hizmet için yaratılmış bir başka nev’-i mahluk addettiklerinden efrâd-ı ahaliye esirden bir kat şen’î muamelelerde bulunur ve bayağı seyis makulesinden bir Tatar eşraftan bir Müslümanı meselâ bakışını veya yürüyüşünü beğenmediği için kargısıyla dürterek kabristan-ı şehadete göndermeyi umûr-ı âdiyeden bilirdi.
Emir mücahidin bu haller hemen İslâm’ın uğradığı felaketlerin cümlesinden ziyade gayretini tahrik etmekle ahkâm-ı şeriati i‘zâzda ve nühuvvet-i mütegallibeyi kesr ü tergîmde o derece şedit davranmış idi ki müşrikler İslâm’a tefevvuk edebilmek değil mertebe-i şer’iyelerini bir hatve ileri geçmeğe muktedir olamaz idi.
Meşhurdur ki Tatar vahşilerinin Emir’den yılgınlığı Cengiz’e olan mutavaat-ı perestişkârânelerinden ziyade idi. Hatta bir gün bir süvari atına su vermek ister, hayvan ürker, bir türlü nehre yanaşmaz. Tatar her türlü ikdâmâttan sonra beygirin horunluğunu def’e muktedir olamayınca “be musibet suda Nevruz Beğin gölgesini mi gördün” dediği meşhurdur. Hâlâ lisanımızda şiddet-i havf hâlinde zeban-zed olan “galiba felanın gölgesini gördü” meseli o zamandan kalmış olsa gerek.
Emir mücahit Tatarın ordugâh-ı galebe ve darü’ş-şirk-i taassî olan Maveraünnehir taraflarında 8-9 ay içinde izzet-i şeriati kudemâ-yı İslâmın âsâr-ı bediasından ma’dûd olacak bir şaşaa-i ikbal ile i’lâ eyledi.
Fakat daima nazarı yine Horasan ve Kirman taraflarında idi. Çünkü oralar İslâm galebeliğince sair yerlere müreccah olduğu gibi hükümran olan Şehzade Gazan dahi sebavetten şebaba intikal edince evlad-ı Cengiz arasında dirayet ve kifayette fevkalade bir imtiyaz hasıl etmiş ve bayağı Cengiz ve Ögeday zamanlarının ittihad-ı idare ve gfalebe-i mutlakasını iadeye bir kabiliyet göstermekte bulunmuş idi. Binaenaleyh Emir Nevruz Şehzade’nin ya vücudunu zail veyahut kendisini livâü’l-hamd-i İslâm altına dahil olmadıkça erbab-ı tevhidin tecdid-i ikbal ü istiklâline imkân tasavvur edemezdi. Bu mütalâat üzerine bir daha Gazan Han ile çarpışmağa azmederek Maveraünnehir askerinden yanına toplayabildiği kadar mücahit ile Horasan üzerine yürüdü. O esnâ-yı güzerânda Tus tarafında olan Tatarı kahrederek kuvvetini mümkün mertebe ikmal için Nişabur’a doğru çekildi.
Şehzade Gazan en küçük fitneleri bile daha şerrâre iken bastırmak tedabir-i mülkdârânesinde izhar-ı infirad eden maharet-perverân-ı idareden olarak Nevruz Beğin hareketini işittiği gibi Kaydu Handan istimdad edebilmesine meydan bırakmamak için İran taraflarında bulunan Tatardan nefîr-i ân tarikiyle üç büyük ordu tertip eyledi. Her birini en ziyade şehamet-i kahramanî ve tecarüb-i askeriye ile meşhur olan ümerasından Katlak Şah ve Katlak Timur Gazan Bahadır maiyetleriyle def’-i sâile sevk etti.
Emir Nevruz ise Nişabur’dan dahi biraz asker cem’iyle yine Tus üz
Mücahid-i fedakâr bu ekalliyet-i fevkalade ile dahi yine azminden dönmeyerek mevte aşık imiş gibi bir hâhiş-i fevkalade ile düşmana hücum eyledi. Hatta bütün bütün şehadete tavtin-i nefs ederek cenge ibtida etmeden evvel kılıcının kılıfını kırmış kefenini boynuna sarmış idi. Akşam oluncaya kadar Tatar içinde çalkandı. Elindeki kılıç düşmanın karaltısı içinde bir şeb-i zulmanîde doğmuş hilâl-i şafak-pûşâne benzerdi. Onsekiz yerinden yaralandı, fakat her yarasına bedel lâ-akal iki Tatar tepeledi. Gazan bahadır ki zûr-ı bâzuda zamanın feridi idi. Esnâ-yı girivdârda (feryat esnasında) Emir’e rast gelerek ve elinde bulunan yarım kantar ağırlığında olan gürz-i ahenîni bir şiddet-i fevkalade ile göğsüne urdu ise de gerek arkasındaki zırhın metaneti ve gerek te’sirât-ı hamiyyet ile bir selâbet-i mücesseme kesilmiş olan vücudunun şiddete tahammülü cihetiyle kârger olmadı. Emir hamleyi savuşturur savuşturmaz bir savlet-i şîrane ile yalın kılıç bahadıra hücum etmiş ve o ise ecel mismasını karşısında görmüş gibi ra’b-ı sarf içinde kalarak heman tahvil-i ı’nân ile kahraman-ı zamanın pîş-gâh-ı takibine düşmüş idi. Aralarında bir mızrak boyu yer kalmış iken beğlerinin başına toplanan zenbur alayı gibi her taraftan akıp gelmekte olan Tatar süvarilerinin heyluleti ile bahadır seyf-i İslâm’dan nefsini halâs edebildi.
Hayfâ ki bu kadar gayret, bu kadar fedakârlıkla beraber Emir Gazi yine hem-maksadı bulunan hamiyyet-perverân-ı İslâmdan birçoğunu Tatar atlarının ayağı altında görmek faciasından başka bir şeye nail olamadı. Akşam olunca İslâmiyete hizmet için bir müddet daha hayatta kalmak bahtiyarlığına mazhar olan birkaç bin fedakâr ile m’rekeden çekildi, yine Sistan’a doğru azimet eyledi.
Ondan sonra kuvve-i asabiyetlerine o derece haleltârî olmuş olan muvahhidîn içinde tedarik edebileceği bir fırka ashâb-ı hamiyyetle nısf-ı cihana istila etmiş olan Tatarın kuvve-i kahiresine galebe kabil olamayacağını pek ağır tecrübelerle anlamış olduğundan harekât-ı harbiyesini düşman arasındaki ihtilâfattan bil-istifade fırsat buldukça Horasan taraflarını târâca (talan) hasretmiş idi.
Vuku’ bulan muhacematında Horasan taraflarında dahi izzet-i muvahhidîni maverünnehir mertebelerine ıs’âd eyledi. Hamle-i nâgeh-zuhurî havfından oralarda bulunan Tatarın ehâdı değil hatta ümerası bile ehl-i İslâmdan bir sâile eza veya hakaret etmeğe muktedir olamaz idi. Mücahid-i müşarunileyhin celâil-i himemi ise bu muvaffakıyetlerle kanaat-pezîr olacak derecede olmadığından ya maksadının külliyet üzre husulünü görmek veyahut o yolda feda-yı can etmek azm-i kirâmîsinden hiçbir vakit dönmek istememiş idi.
O sırqalarda fevka’l-me’mur zuhur eden bir fırsat da kendisine başka yerlede ümit-bahş-ı tevfik olmağa başladı. Şöyle ki evlad-ı Cengizden fakat altıncı, yedinci derecelerde hanlık mesnedine istihkak olanlardan Şehzade Evrenk Timur, ki din-i İslâm ile müşerref olmuştu, Emir’in kerimesi ile akd-i izdivaç eyledi.
Gazi-i azimü’l-müessir eline hidmet-i dine salih böyle bir vasıta geçince heman onu riyaset-i idareye getirmek ve bârika-i efkâr-ı hak-perestânesini ziya-yı mihr-i münir gibi âlem-i bâlâdan neşretmek tasavvurunda bulundu. Ve icraatına mukaddime olmak için Ceyhun etrafının Kaydu Han elinden nez’ini Şehzade Evrenk Timur ile kararlaştırdı.
Fesâd-ı ahlâk esaretine düşmüş milletlerin eşna-ı mekruhat-ı mu’tadesi olan ifşâ-i esrâr-ı sâikası ile bu karar Kaydu Hana aksedince Yasa-yı Cengizî hükmüne ittibâen gerek Emir Nevruz’un gerek Şehzadenin idamına taraf-ı hanîden yarlığ sadır olundu. Ve fakat bir fitne hudus edebilmesinden ihtirazen icrâ-yı hükmü bir fırsat zamanına ta’lik edildi. Mamafih Emir Nevruz Kaydu Hanın erzâından feraset-i fevkaladesiyle birtakım alâim-i şer’ istiş’ar ettiği gibi tahkikat-ı vakıası dahizannın isabetini teyit eylediğinden bir gece ale’l-gafle damadı ve rüfekâ-yı silahıyla beraber Kaydu Han ordusundan çıkarak dıl’-ı saniyede aleyhine izhar olunan bu kimin tehlikeden dahi halas olmuş ve Tatar pençesine düşmemek için birtakım mevaki’-i hâliye ve cibâl-i şahikada dolaşmağa başlamıştı.
Bu geşt ü güzar-ı levendâne sırasında bir gece evlad-ı Cengizden hedef-i hareketini tayin etmeksizin yüzkırk-yüzelli bin kişilik bir ordu ile Çin ve Afgan hududları üzerlerinde dolaşmakta olan Şehjzade Meysür’ün galebeliğine tesadüf eylediler. Emir mücahit ile Evrenk Timur refakatinde mevcut olan fırkalar ise topu yedi-sekiz bin kahramandan ibaret idi. Mücahid-i celîlü’l-akdamın azmi tesadüf ettiği müşrikîne teklif-i İslâm veya ilan-ı gaza fariza-i şer’iyyesini îfâya maksur olarak kesret ü kıllet veya zafer ü mağlubiyet mütalâaları itikadınca azmine mani olacak hükm-i tesirden sakıt olduğundan ve Tatarın kabul-i İslâm’dan musırrâne istinkâfını ise bin tecrübe ile ilmel-yakin bildiğinden o kadarcık bir kuvvetle karşısındaki izdihama sell-i seyf etmekten çekinmedi. Onyedi saat Haydarâne bir cenk ile gayret-i İslâmiye zatında teşahhus etmiş denilse şâyân olacak mertebelerde celâdet gösterdi. Ne çare ki talii kendini daima yirmi-otuz misli düşmanla uğraşmak mecburiyetinde bulunduğu için bu teşebbüste dahi onaltı-onyedi bir Tatar azaltmaktan başka bir şeye muvaffak olamadı. Düşmanın seyf-i tegallübünden kurtulan 5-6 bin guzât ile Herat tarafına doğru azimet eyledi.
Oraya vusul vurup da Hükûmet-i İslâmiyenin teyid-i erkânına nefsinde biraz iktidar hissedince hemen icra-yı maksada şüru’ ile Kanun-ı Cengizînin ahkâm-ı asliyesini zîr ü zeber ederek Şehzade Evrenk Timur’u hanlık makamına iclas ile namına fermanlar dağıtmağa ve mülkünün tavsiine bir himmet-i fevkalâde göstermeğe başladı.
Bu niyetle silaha sarılınca ibtidai emirde Nişabur üzerine yürüdü. Tatar takımı ettikleri meydan muharebelerinde birkaç def’a hezimet-i fahişe ile mağlup olarak kaleye kapandılar.
Emir mücahit emr-i muhasarada dahi kendine mahsus olan himmet-i aliyenin sarfında kusur etmedi. Hatta birkaç defa ettiği hücumlarda yalın kılıç kalenin duvarına çıkarak burc u barusunda ra’yet-i İslâmı mevc-engîz-i i’tilâ etmişti. Ne faidesi var ki idaresinde olan asker yalnız meydsan muharebelerine alışmış olduğu gibi edevat-ı harbiyesi dahi o nev’ kavgalar için lazım olan esliha-yı hafifeden ibaret olarak yanında muhasara âlâtı olmadığından duvarlardan asker geçmeğe kabil yer açmak mümkün olamadı. Yalnız birbirlerinin omuzlarına binerek veyahut kılıcını bıçağını merdiven ederek duvar üzerine çıkabilen ashab-ı gayret dahi bittabiî öyle kale zaptına kadir olacak miktarda değildi. Bununla beraber mücahid-i müşarunileyh fütur getirmeksizin muhasarada idi. Yedi-sekiz ay musırrâne devam ile öyle İslâmın % 90’ı Tatar elinde esir olan bir zaman-ı felakette Nişabur’da bulunan Tatarları musalaha namiyle seyf-i şeriate cizye-güzâr etmek harikasına mazhariyet-i hamiyyet-i İslâmiyesini bir dereceye kadar olsun nâil-i kâm etmişti.
Ne garip tali’sizliktir ki Emir Nevruz Şehzadeyi bir yed-i gâlibe ile bulunduğu kûşe-i mezelletten koca bir serîr-i saltanata is’âd etmiş ve seyf-i himmetiyle umum Tatarı hükmüne râm etmeğe ve o kuvvetle kıtaât-ı âlemin azamı olan koca Asyayı Kanun-ı Cengizî gibi itlâf-ı nüfûs u selb-i rahatta doğanlardan, zelzelelerden bin kat şen’î olan bir bela-yı mübremin tazyîkınden kurtararak adl-i ilâhînin sâye-i himayetine vermek gibi en büyük cihangirlere gıbta-resân-ı hasret olacak bir muvaffakıyyet-i fevkalâdeyi Evrenk Timur namına vücuda getirmeyi istidad göstermiş ve o kadar müessir-i celile ve hıdemât-ı fahiresi ile beraber bir keşîde-i inayeti olan Şehzade Evrenk Timur’a ettiği riayet bir padişaha kendi çerağ-ı hâsı olan nev-devletânın mutavaatkârlığından bile ileri götürmüş iken birini yadigâr-ı gazi-i sahib-i celadetin müessir-i celilesine şükre bedel-i hasetle mukabele etti. Hatta bir fırsatla idamı için ümerası beyninde bir ittifak-ı hafi dahi akdederek pusudan vurucu haydutlar yoluna taklit de -bu redâete bir de küfran-ı ni’met munzım olduğu için- Gazan ve Kaydu’ya tefevvuk eyledi.
Takdirin başka bir emr-i mukaddesi için besleyegeldiği sahip-zuhur ise son semedânîde bulunduğundan İslâmiyet tarafdârânından biri zamanınca hâmî-i din unvanının esah-ı liyakatle mazharı bulunan Emir Nevruz’u keyfiyetten haberdar etmekle nuranî-i cihan-ı sıdk u vefa ıtlakına layık olan kalb-i tahiri bu hiyanet-i nimet nâ-şinasâneden o derecelerde münkesir olmuştu ki Evrenk Timur’u bazu-yı iktidarının ikame ettiği mesned-i celilden heman giribanına yapışarak bir kere yere çarpıvermekle tenzil ü hak-i sar etmek iktidarında iken uluvv-i cenab-ı öyle en mehakk bir intikama değil hüsemasının redaet-i ahlâkına bir nigah-ı nefretle bakmağa bile tenezzül etmedi. Sadakatlerine itimat ettiği bakıyyetü’ş-şüheda bin-bin beş yüz kadar fedakâr ile ganayım-ı celadetinden olan Nişabur’u dahi terk ederek yine imtihan-ı celadet meydanlarında cevelana başladı.
Bir insan ne kadar kaviyyü’l-kulûb, ne derece esir-i maksat olmalıdır ki Nevruz Gazi gibi her teşebbüsü felaketle hitam buldukta ve ekser gazalarında -İslâm’a olan lüzûm-ı kat’îleri cihetiyle- her birinin bir azasını canından kıymetdar bildiği ashab-ı hamiyyeti beyhude yere şehid vermek renc-i elîminden bir netice hasıl edemedikten ve hele kime hidmet ettiyse mükafatında hayatına su-i kasdden başka bir şey görmedikten sonra yine azminde sütur götürmek değil teşebbüs ettiği işlere bin muzafferiyetle kâmkâr olan bahtiyarları utandıracak kadar himmetlerle çalışsın.
Hz. Mücahit mu himmet-i nâ-pezîrine nazaran cevher-i salabetten masnu’ bir heykel-i abkarî gibi ne derece nevâdir-i rüzigârdan addolunsa revadır.
Yukarıda bir nebze ima olunduğu üzre Emir’in maksadınca en büyük korkusu Şehzade Gazan’dan olduğu gibi en büyük ümitgâhı dahi o idi. Şehzadeden ayrıldıktan sonra zihnine fütur eden pîş-gâh-ı azmine tesadüf eyleyen tedabirin kâffesine teşebbüs ettikten ve cümlesinden me’yus olduktan sonra zahirde gayet garîb ve hakikatte gayet sadık bir tasavvur ile yine Gazan’a müracaat etti. Güya ki her hareketinde muvaffak olmuş gibi bir tarz-ı galibane ile Şehzadeye bir sefir göndererek sellemehü’s-selâm teklif-i İslâm ile teklifi kabul olunduğu surette kendi de hizmete geleceğini ve o hâlde ise tevâit-i müteaddide elinde kalan Devlet-i Cengiziyeyi bütün bütün Gazan’ın ra’yet-i istiklâli altında cem etmeğe bir kabiliyet gördüğünü dahi beyan etti.
Sefirine en sonraki sözü Şehzade makul şinastır, eğer isterse munsifane bir bahsedelim, dinin hak olduğunu isbat edebilirsem kabul-i İslâm ile dünya ve ahireti mamur eylesin, muktedir olamadığım hâlde idamıma razıyım. Kendisine böylece arz et. Kavl-i hak-perestanesi idi.
Şehzade Gazan ise ondokuz-yirmi yaşlarında bulunmağla beraber mesâil-i ilmiyede heman tedabir-i idareden ziyade bir kabiliyet-i acibe ibraz ederek fünûn-ı şitanın kâffesiyle tevakkul etmiş ve hele mantık ve felsefiyatta yed-i tuğla hasıl eylemiş olduğundan ilm-i kelâmın nazariyattaki bedahet ve bürhaniyedeki kuvveti idrak eder ve fakat tabiiyyun ve la-edriyenin safsataları ve biraz da Tatar terbiyesinin te’siratıyla zihnini bütün bütün şüpheden kurtarmaz idi.
(SÜRECEK)