Otelimiz “Daru’t-taqwa Intercontinental”! Yerleştik; misafirliğimizin ilk gecesi başladı. Arnavutça bilmediğimiz için Türkçe bilirler diye bizi Pirizrenlilerin olduğu zümreye dahil ettiler. Doğrudur, Pirizrenlilerin çoğu Türkçe bilir. Nitekim başımızda Muharrem Hoca var, camisinde Türkçe, Arnavutça ve Boşnakça vaazlar verir, 20 sene önce Tito devrinde bir kere daha hacca gelmiş. Odaları suit denilen tarzdaki dairelerde. Ancak hac döneminde, yoğunluktan dolayı odalar müstakilleşmiş ve istiap haddi hayli zorlanarak yatak sayısı en azamiye çıkartılmış. Küçük çaplı koğuşlara dönüştürülmüş bu dairelerde 20 civarında insan kalabiliyor, biz dört kişilik bir odaya düştük, iki Türkiyeli Türk ve iki Pirizrenli Boşnak.
Odalar dışında ‘suit’lerin mutfak ve banyoları işbu 20 civarında insanın ihtiyacını karşılayabiliyor, Medine’nin dualı oluşundan olsa gerek, zira bu kadar insan başka bir yerde, başka bir zamanda bu kısıtlı ortak mekânı kullanırken mutlaka kavga niza çıkarırlar ve böylesi mekânlar pislikten geçilmez hâle gelir. Mescid’in çevresi gibi bu oteller de barındırdığı insan sayısı göz önüne alındığında olağanüstü temiz...
Oda arkadaşlarımızdan biri İngilizce öğretmeni, onunla bazen İngilizce bazen yarı Arnavutça, yarı Arapça anlaşıyoruz, sosyalist yönetime rağmen köylerindeki okula din dersi koydurmuşlar, yönetim dersi kabul etmemiş, hoca göndermemiş, bunlar da kendi başlarına dersi programa dahil edip hoca bulmuşlar. Yönetimin hocalar üzerindeki baskısı bunları neredeyse hocasız bırakayazmış. Ama bizim Muharrem Hoca ilaç gibi adam, yönetimin baskısına kulak asmayıp Boşnak köyündeki din derslerine gitmiş. İşte şimdi İngilizce öğretmeni olan bizim oda arkadaşımız orta okulda okurken ilk dinî bilgileri bu Muharrem Hocadan almış. Asıl adı Sezo, Sezai’den kısalma mı dedim, güldü, bu da onlara Osmanlılardan kalmış olmalı, ama Sezo bu adı beğenmemiş, adını Abdullah yapmış, resmileşi mi bilmiyorum ama, bizim dışımızdakiler onu hep Sezo diye çağırdılar. Diğeri esnaf, Boşnakça dışında bir dil bilmiyor üstelik kulakları da duymuyor. Onunla iletişim pek mümkün olmadı.
Odalara yerleştikten sonra yatsı namazı için Mescid’e gittik, otellerin ezanla beraber boşalması insanı bir tuhaf ediyor. Yüz binlerce insan aynı sevgiyle, aynı heyecanla, aynı iştiyakla tek bir gayeye koşuyor. Zengin, fakir, kadın, erkek, genç, yaşlı, uzun, kısa, Zenci, Arap, Türk, Fars, Malay... bütün farklar unutulmuş, dünyanın bu nadide mekânında kıbleye dönüp dua, yakarış ve arınma arzusuyla yürüyorlar, yürüyorlar. Vakti bildiren ezan tek hâkimi o ânın.
Burada hayat gerçekten sakin, yeknesak ve huzurlu. Hiçbir dünya hesabı olmadan saatlerce bir yerde olmayı idrak etmeye çalışan yüz binlerce insana karışarak içinde bulundukları duygu ve sevgi selinde bir damla olmak bu mekân dışında mümkün olamaz. Burada, zamanın ölçüsü çok farklı, sabahın, akşamın, gündüzün, gecenin başlangıcını ve bitişini ibadetler belirliyor.
Kosova’da eksi onlarda seyreden sıcaklığa bakıp, sağdan soldan işittiğimiz ‘akşamları çölün soğuğu sert olur’ ikazlarına kulak verip orta halli giysiler almıştık yanımıza. Ne Kosova’daki eksi onlar ne çölün sert akşam soğuğundan eser yok, aksine çok sıcak ve güneşli günler karşıladı bizi. Biz de mahallî kıyafetlere mi bürünsek? Artık ne Yugoslavya’dan ne muasır Avrupalıdan eser kalmayacak, fazlaca yobaz görünebilir ama, bu mekânlarda pantolon hakikaten çok iğreti duruyor insanın üstünde, Medine’deki ilk tam günümüz Cuma olacak, âlemlerin Efendisi’nin mescidinde Frenk esvabıyla görünmeyi münasip görmeyerek oda arkadaşlarımıza uyup üzerimize bir Arap mintanı ve şalvarı alıp takkelerimizi giydik.
Alış-veriş, Medine’de insanı en çok yoran ve oranın bereketinden ve maneviyatından uzaklaştıran yegâne meşgale! İnsanın aklına para düştü mü, hemen hesap-kitap işleri, ölçüp tartmalar, pazarlıklar, fiyat sormalar, sınırlar ötesi hesaplar o anda insanın zihnine doluveriyor. Bundan dolayı oralara gidecek insan alış-veriş işinden mümkün olduğunca uzak duracak veya erteleyecek. Alış-veriş dışında her yer manevîyat, Mescid-i Nebevî, Cennetü’l Bâkî, Kuba Mescidi, Mescid-i Kıbleteyn, çevredeki diğer küçük mescitler, Uhud, şehitler... bütün bu mekânlar insana Allah’ı ve Allah yolunun mukaddes erlerini hatırlatıyor. İnsan kendini sürekli manevî bir hesaplaşma içinde buluyor: Veda Hutbesi’ni yüz binden fazla sahabenin dinlediği söylenir. Bunlardan sadece ve sadece on bin kadarı Medine’de, Cennetü’l Bâkî’de medfundur. Diğerleri, hepsi bir başka diyara gitmiş, ebediyeti orada bekliyor...
Mescid’in birçok direği dibine boy boy Kur’an-ı Kerimler ve rahleler konmuş, insanlar genelde Suudî imlâsıyla yazılmış bu Kur’anlar yerine kendi memleketlerinde alışmış oldukları yazı ve imlâyı tercih edip yanlarında getirdikleri Kur’anları okumayı tercih ediyorlar. Lâkin bu Suud işi Kur’anlar tecvid kurallarına göre yazılı olduklarından başta insanı hayli bocalatsa da sonunda Kur’an-ı Kerim’i kurallarına uygun okumaya adeta insanı mecbur kılıyor. Türk hattatlarının kendine has üsluplarıyla yazılmış veya basılmış olan Kur’an-ı Kerimlerde de tecvid kurallarının bu türlü imlâlarla gösterilmesi kıraati daha doğru, rahat ve okumayı kolay hâle getirecektir.
"Evimle minberimin arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim de Cennet bahçelerinin üzerindedir”, "Evimle minberimin arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim havzımın üzerindedir" ve "Minberimin ayakları Cennet üzerindedir" hadislerinde işaret olunan mekân bugünkü Mescid-i Nebevî’de zemininin yeşil halıyla kaplı olduğu bir mahaldir, orada bulunabilmek, ibadet edebilmek çok efdaldir diye söyleniyor.
Sa'd ibn Ebi Vakkas'dan (ra) Resulullah Efendimiz'in (sas) şöyle söylediği rivayet edilmektedir: “Mescidimde namaz, Mescid-i Haram hariç, diğer mescitlerde kılınan bin rekât namazdan daha hayırlıdır". Aslında Mescid’e dahil olan her yer bu hadiste söylenen durum için geçerlidir. Ancak "Evimle minberimin arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir” ifadesi kenarına kadar gelip de “Cennet Bahçesine” ayak basamama korkusuna düşürüyor Müslümanları. Bundan dolayı illâ ki zemini yeşil halı ile kaplı mekânda bulunma arzusu sonu gelmez bir yarış hâline geliyor çoğu zaman. Bu yarış bazen tatlı bir izdihama dönüşüyor. Burada sütunlara, minberlere, kapılara, yeşil halı döşeli bu mekândaki direklere ve sair yükselti ve çıkıntılara uzanan elleri “haram! haram”, “bid‘a! bid‘a!” hitaplarıyla men etme gayreti içindeki Suudî güvenlik görevlileri dışında herkes manevî huzuru bulma gayreti ve telâşında. Günün her saatinde bu tatlı izdihamı görmek ve yaşamak mümkün, sadece geceleyin saat bir sularında biraz tenhalaşma hissedilebiliyor. Bir de cemaat namazlarını müteakip, dünyanın en güzel talimsiz korosunun Efendimizin Türbeleri önünden bir sel gibi akarken seslendirdiği “esselâmu aleyke ya Rasulullah”, “Esselâmu aleyke yâ Habiballah” türü nidalarla yapılan selâm geçişinden sonra Mescid’de kısmî bir boşalma meydana geliyor. Bu selden kendini kurtarabilenler biraz sonra Efendimizin mihrabında rahat rahat iki rekat namaz kılıp huşu’un, manevî hazzın zirvelerine çıkabilirler.
Vakit namazlarından sonra Efendimizin Türbe-i Şerifleri önünden geçerken verilen selâmlar, insanların hayatlarında verdikleri en samimi selamları olsa gerek. Çünkü böyle bir durumda insanın hayatı kurgulamasına ve bir şeyleri hesap etmesine imkân yok, tanıdık birine rastlama ihtimali o kadar düşük ve insanlar böyle bir ihtimali düşünmeden öyle uzaklar ki! Burada olabildiğince hasbî, olabildiğince samimi, olabildiğince içten yüz binlerce insan tek bir gaye için yürüyorlar ve her beş vakitte tekrarlanmakta, tadına doyulmayan bir heyecan, bitmesi istenmeyen bir hoş hâl ki anlatılabilmez!
Araplarda, Vehhabiliğin oluşturduğu hissiyatla kabir ve türbelerde dua etmek isteyen insanlara karşı çok büyük bir tepki görülüyor. Bir Müslümanın Türbelere veya mezarlara karşı elini kaldırıp dua ettiğini fark etsinler, hemen “haram! haram”, “bid‘a! bid‘a!” diye ağızlarını doldura doldura insanın üstüne yürüyorlar! “Dua için kıbleye dönün” veya “dua Allah’a edilir” türü şeyler söylüyorlar! Tabii Arapça veya İngilizce söylediklerinden, dedikleri anlaşılıyor ama, ben mezarın başında elimi açıp dua ederken “Allah’ım burada yatan kişiye merhamet eyle, onun günahlarını affet diyorum” veya “mezardaki için dua ediyorum” gibi şeyleri söyleyemediğinden bazen dua dayağı yeme durumunda bile kalabiliyor insan! İmkân ve fırsat bulduğumda “dua for meyyit” diyorum ama anlamıyor tabii Arap, Türkün (veya acemin) biri gelmiş, iki Arapça arasına bir İngilizce laf bulmuş ne diyor belli değil gibilerden aynı sert tepkiyi görüyorum. Bir keresinde Uhud şehitlerinin huzurunda böyle bir dayak tehlikesi atlattım!
İnsanların gerçekten Allah’tan isteyecekleri yerde, mezardaki veya türbedeki ölüden bir şeyler istemeleri ihtimali düşünüldüğünde veya bazen imkân bulsalar insanların türbe duvarından bir taş söküp evlerine götürebilecekleri ihtimali bulunduğu dikkate alındığında Arap görevlilerin bu tavizsiz ve sert tutumlarında çok da haksız olmadıkları ortaya çıkıyor.