Kıssa, kendine özgü bir anlatım türüdür. Bu anlatım türü, geçmişte ve günümüzde, çoğu zaman tarih ve mitolojiyle karıştırılmıştır. Bu bakımdan onun ne olduğunu anlamak için, karşılaştırmalı bir çözümleme yapmak gerekiyor. Kıssa, tarih ve mitoloji üç farklı anlatım biçimidir. Bu üç anlatım türünün ortak özelliği, geçmiş hakkında konuşmalarıdır. İnsanlığın geçmişi, ortak temel olmakla birlikte, bu türlerin her biri geçmişi belirli bir şekilde hikâye eder. İşte, geçmişi yansıtma ve aktarma biçimlerinin farklılıkları bu üç türün ortaya çıkmalarının ve varoluş gerekçelerinin ana nedeni olmuştur.
Tarih, sosyal bilimlerin en eski dallarından biri olmakla birlikte, bugün bildiğimiz anlamda “bilim” haline gelmesi oldukça yeni bir gelişmedir. 19. yüzyılda Alman tarihçilerin “kaynak eleştirisi” olarak bilinen eleştirel bir yöntem geliştirmeleri, Batı dünyasında bilimsel anlamda modern tarihçiliğin başlangıcını oluşturmaktadır. Kaynak eleştirisi, geçmiş hakkında daha nesnel bir bilgiye ulaşmak için kaynağın gerçekliği, kaynağın dayandığı otorite, haberi aktaran kişinin yeteneği ve olayla ilgisi gibi konulara sorgulayıcı bir şekilde yaklaşarak, mümkün olduğunca geçerli ve farklı kaynaklar temelinde tarihi olayları aydınlatmaya çalışır.
Müslüman dünyada tarihçilik, 14. yüzyılda yaşayan İbn Haldun sayesinde daha erken bir dönemde bilimsel kimliğine kavuşmuştur. İbn Haldun, tarih biliminin sorunlarıyla uğraşırken olayların aktarılmasında sık sık karşılaşılan temel yanılgıları saptamış ve daha da önemlisi, tarihsel haberlerin açıklığa kavuşturulmasında kendine özgü, orijinal ve yeni bir yöntem ortaya atmıştır. Ona göre sosyoloji (kendi ifadesiyle ilm-i umran) tarihsel haberlerin ayıklanmasında bir yöntem olarak kullanılabilir/kullanılmalıdır. Sosyolojinin konusu olan “toplumsal yaşam”ın kendine özgü bir doğası bulunmaktadır. Tarihçi, geçmiş hakkında aktarılan haberleri, sosyal yaşamın ve gerçeklerin imkânları ya da imkânsızlıkları çerçevesinde değerlendirmelidir. Geleneksel Müslüman tarihçilerin kaynakların güvenilirliğine yönelik soruşturması önemli olmakla birlikte yeterli değildir. İlk soruşturma, sosyolojik soruşturma yöntemi olmalıdır. Eğer söz konusu haber, imkân dâhilinde ise o zaman kaynak soruşturmasına geçilmelidir.
Tarih bilimini, diğer anlatım türlerinden ayırt eden en önemli nokta, tarihçinin olayları zaman ve mekân bildirerek vermesidir. Olayların ne zaman, nerede ve nasıl olduğu şeklindeki sorular, tarihçinin kendisine sorduğu başlıca sorulardır. Bu soruları cevaplandırırken farklı ve geçerli kaynakları konuşturur. Bu kaynaklar arasındaki çelişkileri uyumlu bir şekilde yorumlamaya çalışır. Üstelik elde edilen yeni belgeler çerçevesinde tarihçi bilgilerini sürekli bir biçimde düzeltmek ve uyarlamak zorundadır. Başka bir deyişle tarihî bilgi, nesnelliği zaman içinde elde edilen bir bilgi türüdür. Yeni belgeler ve bulgular, her an tarih hakkında bildiğimiz bazı şeyleri değiştirebilir. Bu anlamında tarihçinin dogmatik olmak gibi bir lüksü yoktur.
Mitoloji, bir halkın, dinin ya da sosyal grubun efsanelerini/mitlerini sistematik olarak inceleyen bir bilim dalıdır. Mit (ya da efsane), Yunanca da “aktarılan söz” ya da “söylence” demektir. Mitler, genel olarak bir kuşaktan diğerine aktarılan hikâyelerdir. Bu hikâyeler, tarihten farklı olarak belirli bir zaman ve mekâna sığdırılmaz. Her halkın kendine özgü efsaneleri olmakla birlikte, bir anlatım türü olarak efsaneler birbirine çok benzerler. Başlıca dört tip efsaneden bahsedebiliriz: 1) Evrenin ve insanın doğuşunu anlatan kozmogonik efsaneler; 2) Dünyanın sonunu ilan eden eskatolojik efsaneler; 3) İnsanlığı kurtaran kahramanların efsaneleri ve 4) Bir şeyin ortaya çıkışını açıklayan etiyolojik efsaneler. Tüm bu efsanelerde ortak olan özellik, söz konusu olaylarda göze çarpan olağanüstülüktür. Aşkın ve doğaüstü bir güç olayların akışına etki de bulunur. Doğal olayların açıklanması, içerden değil dışarıdandır. Çoğu zaman Tanrı(lar) şeklinde kişileştirilen güç(ler), olayların asıl sebebi olarak gösterilir(ler).
Mit hakkında yapılan modern yorumlar, mitlerin daha çok sembolik ve alegorik anlatımlar olduğu şeklindedir. Bu bakımdan mitlerin literal değil, farklı katmanları olan çok-katlı bir yapı olarak okunması gerekmektedir. Hatta karşılaştırmalı mitoloji çalışmaları, farklı efsanelerin temelinde yatan evrensel gerçekleri ortaya çıkarabileceğimiz fikrinden hareket etmektedir.
Tarihsel olaylar hakkında tarih bilimi ne kadar nesnel ve somut olmak isterse, mitolojik anlatılar o kadar tarihten kopuk, öznel/uçuk ve soyut kalırlar. Tarih, belge ve bulgulara dayanır, oysa söylenceler sözlü bir kültür olarak kuşaktan kuşağa aktarılırlar. Söylencelerin teminatı, bizzat halktır; yani “kolektif bellek”tir. Tarih bilimi, olayları bireysel tarihçilerin çalışmalarıyla aydınlığa kavuşturmak isterken, efsaneler toplumsal kültürün bir parçası olarak yeni kuşaklara aktarılırlar ve böylece yeniden üretilirler.
Pekiyi tarih ve mitoloji karşısında kıssaların konumu nedir?
Kıssalar, tarihte yaşanmış kişisel ve toplumsal deneyimleri yansıtan bir anlatı türü olmakla birlikte, tarihçilerde gözlendiği üzere kendini belirli bir zaman ve mekânla bağlamaz. Kıssalar, nerede ve ne zaman yaşandığı noktasında zamana ve mekâna değil, daha çok vermek istediği mesajı öne çıkaran ve ona vurgu yapan bir anlatım türüdür. Bu anlamda deneyimsel temeli tarihi realiteye dayanmakla birlikte, belgelendirilmesi ve tarihsel bağlamına yerleştirilmesi onun birincil mevzu değildir.
Kıssanın aksine mitolojinin amacı, topluma ve gelecek kuşaklara bir mesaj vermek değildir. Olayların olağanüstü ve hatta doğaüstü bir temelden hareketle açıklandığı efsanelerde insanoğlunun bilme ihtiyacına bir cevap verme kaygısı vardır. Fakat açıktır ki bu bilme isteği bilimsel bir cevapla karşılık bulmaz. Bilimde yasallılık ve sebep-sonuç ilişkileri, doğal olaylar içinde aranırken, mitoloji de bu doğallık da açıklanması gereken bir sorun olarak önümüzde durur. Bu nedenle o daha temel, aşkın ve üst bir açıklama tarzının sözcülüğünü üstlenmiştir. Doğalın doğaüstü ile açıklanması efsanenin toplumsal bellekle ilişkisinden türer. Bilim, bireysel çabalara dayanırken, efsane toplumsal çabanın ve toplumsal belleğin bir ürünüdür.
Kıssanın, tarih ve efsaneyle açık farkına rağmen o, bazen efsaneye bazen de tarihe benzetilmiştir. Bu benzetmenin her zaman bilgi eksikliğinden kaynaklandığını söylemek doğru değildir. Bir şeyin statüsünü ve itibarını düşürmek isteyenler, onu “efsane” (masal) olarak etiketlemek ve dolayısıyla efsaneleştirme yolunu seçmişlerdir. Hem geçmişte hem de günümüzde alternatif söylemleri kısmak isteyenlerin temel iddiası ve sloganı şu olmuştur: “Bunlar geçmişlerin efsaneleridir/masallarıdır.” Bu slogan, bir ideolojik söylemi yansıtır. Bu söylemi dillendirenler, amaçları tarihî gerçekleri bilmek olmadığı gibi yeni anlatıların vermek istediği mesajı da algılamak değildir. Bilakis onlar alternatif söylemlere karşı kulakları sağır kimselerdir. Onların kulakları vardır, ama işitmezler; onların gözleri vardır, ama görmezler. Onlar, yeni mesajı örtmek ve gizlemek isteyen, duyarsız ve çıkarlarından başka bir şeyi düşünmeyen insanlardır.
Kronolojik olarak incelendiğinde Kur’an’da “efsaneler” anlamında “esatir” sözcüğü, ilk olarak Kalem Suresi’nde geçmektedir. Bu sure, nüzul tertibine göre Alak Suresi’nden hemen sonra, ikinci sırada gelmektedir. Kendilerine ayetler okunduğunda bir kısım insan şöyle demişlerdir: “(Bunlar) eskilerin uydurma masallarıdır.” Bu ifadenin tarihsel ve metinsel bağlamından hemencecik iki şeyi anlıyoruz. İlk olarak Hz. Peygamberin davetine karşı çıkanlar çok erken bir vakitte (daha doğrusu davetin ilk günlerinde) onu ve onun getirdiği mesajı damgalamışlardır. Bu ifadelerin hemen öncesinde Hz. Peygamberin “mecnun” (deli) olarak nitelendiği, arkasından da Kur’an ayetlerinin “esatiri evvelin” (eskilerin efsaneleri) olarak etiketlendiği görülmektedir.
İkinci olarak Hz. Peygamber ve Kur’an hakkında seçilen sözcükler oldukça etkili propaganda araçları ve etiketleridir. Bunlarla “büyük bir ahlak üzere” olduğu için seçilmiş ve görevlendirilmiş olan bir şahıs, aklı yetmez bir sefil durumuna düşürüldüğü gibi, onun getirdiği yeni mesaj da eskiden beri anlatılagelen bir masal ya da efsane konumuna düşürülmüştür. Daha sonraki evrelerde de görüldüğü üzere bu etiketler Hz. Peygambere karşı zaman zaman kullanılmıştır.1
Bu kadar erken bir vakitte Kur’an ayetlerinin efsane ya da masal olarak etiketlenmesi, kıssaların konumu hakkında da bir bilgi vermektedir. Sanılanın aksine, Kur’an ayetlerine karşı çıkanlar, Kur’an; geçmiş toplumların hikâyelerini “kıssalar” biçiminde anlattığı için bu tür bir etiketleme yoluna gitmemişlerdir. Kıssaların Kur’an da anlatılmaya başlamasından çok önceki bir vakitte bu ideolojik söylem ve etiketleme ortaya çıkmıştır.
Pekiyi bu yaftalama kimler tarafından yapılmaktadır? Bu soruya “müşrikler” şeklinde bir cevap doğru olmakla birlikte yetersizdir, çünkü toplumların ideolojik söylemleri gelişi güzel bir biçimde ifade edilmez. Bu söylemi üreten kesimler, çoğu zaman topluma egemen olan kesimlerdir. Kalem Suresi, bu etiketlemeyi yapanların özelliklerini şöyle tasvir etmektedir: “Yemin edip duran, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan söz taşıyan, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günaha dadanmış, kaba saba; bütün bunların ötesinde bir de soysuz olan kimseye mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme.” (68:10-14) Hz. Peygambere yapılan bu nasihatte, onların tüm nitelikleri ortaya konulmuştur. Onlar, toplumda malları ve aileleriyle güçlü ve zengin olmakla birlikte, her türlü edep ve ahlaktan da yoksun olan kimselerdir. İşte, efsane ve mecnun söylemi, bu hâkim sınıfın söylemidir.
Kıssaları mitolojileştirme işlemi açık bir tarafgirliğin ve kötü niyetin bir ifadesi iken, kıssaları tarihselleştirme çabası da maksadı aşan bir işgüzarlığın ve iyi niyetin ürünüdür. Kur’an’nın ve Kur’an kıssaların tarihte ve günümüzde efsaneleştirilmesi sürecine karşı gelişen tepki, onları tarihselleştirme şeklinde tezahür etmiştir. Önce Batı dünyasında İncil ve Tevrat’ın tarihsel ve arkeolojik arka planına yönelik olarak başlayan çalışmalar, zamanla Müslüman dünyaya da sıçramıştır. Bu çabalar, Kutsal kitapta anlatılan kıssaların tarihsel bir gerçek olduğunu kanıtlamak için söz konusu kıssaları belirli bir zaman ve mekâna yerleştirmeye yönelmiştir. Sözgelimi asırlarca yeri yurdu ve mekânı merak edilmeden anlatılan Ashab-ı Kehf hikâyesinin tam olarak nerede ve ne zaman vuku bulduğu sorulmaya başlanmış ve bu olayla ilgili olarak farklı zamanlar ve mekânlar telaffuz edilmiştir. Bu tarihselleştirme çabaları, somut ve geçerli sonuçlar vermediği gibi insanların dikkatini kıssaların vermek istediği esas mesajdan başka yönlere çevirmiştir. Tarihsel belgelere dayalı ispat çabaları ve bu düzlemde ortaya çıkan tartışmalar, bir anlatım tekniği olarak seçilen kıssalara farklı bir statü kazandırma gayretine yol açmış ve Kur’an’nın ibretlik hikâyelerini sıradan tarihi olaylar cümlesine indirgemeye yönelmiştir.
Kıssalar üzerinde yapılan bu iyi ve kötü niyetli tasarruflar, zaman zaman insanlar üzerinde de –maalesef- etkili olmuş ve dolayısıyla belirli bir başarıya ulaşılmıştır. Ancak bu göreceli başarıyı, sadece iyi ya da kötü niyetli insanların çabasına bağlamak da tümden doğru değildir. Bunun söz konusu anlatım biçimlerine içkin bir boyutu da bulunmaktadır. Kıssalar, edebi bir tür olarak hem efsane hem de tarih bilimiyle kesişen noktalara sahiptirler. Kıssalar, tarihsel yaşanmışlığa işaret eden deneyimler olduğu için tarih bilimiyle ortak bir realiteyi paylaşırlar. Öte taraftan efsane ile kıssa, olağanüstülükler sergileme açısından benzerlikleri olan iki farklı anlatım biçimidir. Bu bakımdan kıssaların her iki türe de dönüştürülmesi görece kolay bir işlemdir. Ama bugüne kadar tarih, efsane ve kıssa şeklinde farklı edebi türlerden bahsedebiliyorsak, bunun tümüyle başarılamadığı da ortadadır. O halde bu türleri, birbirine özdeş kılma gayretlerini bir tarafa bırakıp kendi özgün yapıları içinde kavramak ve anlamak gerekiyor.