Menu
NASIL BİR DİN? NASIL BİR DEVLET?
Deneme/İnceleme/Eleştiri • NASIL BİR DİN? NASIL BİR DEVLET?

NASIL BİR DİN? NASIL BİR DEVLET?



 Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un 14 Nisan 2009 tarihinde Harp Akademileri Komutanlığında yaptığı yıllık değerlendirme konuşması, Türkiye’de sadece asker-sivil ilişkilerine değinmekle kalmıyor, aynı zamanda din-devlet ilişkilerine de açıklık getirmeye çalışıyor. Burada ifade edilen görüşleri, ilk etapta Başbuğ’un kendi görüşleri olarak algılamak mümkün olmakla birlikte, onunla sınırlı olmadığı ve askeriye başta olmak üzere daha birçok kurum ve camiada geçerli olan “resmi görüş” olarak görmek de yanlış sayılmaz. Söz konusu konuşma, bilinen diplomatik ve resmi konuşmalardan farklı bir havayı yansıtıyor. Başbuğ, alışıldığı üzere sadece Atatürk’ten alıntılarla yetinmiyor, Batılı birçok düşünür ve sosyal bilimcinin görüşlerine de başvuruyor. Hatta aktarmalarını doğrudan doğruya kaynaklara dayandırıyor.Bu bakımdan konuşma, dinleyici (ya da okuyucu) üzerinde entelektüel ve hatta akademik izlenimler yaratıyor. Bu demek değildir ki serdedilen düşünceler, her zaman tutarlı ve gerekçelendirilmiş bir yapı arz ediyor. Tartışmalı boyutları olmakla birlikte bu konuşma bazı şeyleri entelektüel ve akademik çerçevede içeriksel olarak tartışmaya açtığı için oldukça önemli gelişme olarak kaydedilmelidir. Anlaşılan o ki Başbuğ, bugüne kadar tekrarlana gelen basmakalıp konuşma ve sözleri aşmak ve yeni bir dil yaratmak istiyor.

    Nasıl Bir Din?

    Söz konusu konuşmayı birçok boyutlarıyla değerlendirmek mümkünse de ben konuyu din-devlet ilişkileri, laiklik ve cemaatlerin konumu gibi konularla sınırlı tutmak istiyorum. Önce şunu sormak lazım: Başbuğ, laik ve demokratik bir toplumda (ya da devlet düzeninde) dine nasıl bir konum biçmektedir? Bu soruya Başbuğ, iki yönlü bir cevap formüle etmiştir. Bir yönüyle din, bir toplum için gerekli ve pozitif bir değerdir. Ona göre “Askerlik, moral değerlere önem veren mesleklerin başında gelmektedir. Elbette bireysel değerler açısından din de bir etkendir. Bu açıdan ordunun halkımızın değerlerine saygı duymaması düşünülemez. Türk Silahlı Kuvvetleri binlerce evladını vatan savunmasında "şehit" vermiş bir ordudur. Bizim için şehitlik ve gazilik kutsal bir mertebedir. Bu kutsiyeti halkın iradesini yansıtan TBMM'de kanunla tescil etmiştir. Ayrıca, halkımızın arasında ordunun en yaygın adlarından birinin de "Peygamber Ocağı" olduğunu bilmekteyiz. Açıkça söyleyebiliriz ki, Silahlı Kuvvetler hiçbir dönemde dine karşı olmamıştır.” Bu sözleriyle Başbuğ, sadece dine bireysel ve toplumsal açıdan önemli bir yer vermekle kalmıyor, ordu açısından da önemli işlevler tanımaktadır.

    Doğrusunu söylemek gerekirse kimi laik kesimler bu yaklaşımı oldukça sorunlu göreceklerdir. Çünkü laik olduğunu söyleyen bir devlet ve ordu kurumunda dine bu kadar fazla yer verilmesi ve belirli bir dine (İslam’a) ait kavram ve unvanların (“Peygamber Ocağı”, “şehitlik” ve “gazilik” gibi) rahat bir şekilde kullanılması, dinlere eşit mesafede durması gereken laik bir devlet anlayışıyla bağdaştırılması zordur. Hatta biraz sonra değineceğimiz gibi böyle bir yaklaşım, dini “istismar etme” ve dini “araçsallaştırma” olarak bile görülebilir. Laik kurum, bildiğimiz üzere dinden bağımsız olan bir kurumdur; öyle iken tekrar dini değer ve kavramlardan esinlenmesi anlaşılır ve tutarlı bir yaklaşım değildir.

    Nasıl Bir Devlet?

    Bir başka yönüyle Başbuğ, dinin sınırlandırılması gerektiğini ve asla devleti ve toplumsal yaşamı düzenleyici bir sistematik olarak görülemeyeceğini vurgulamaktadır. Ona göre “Anayasa'nın 24'üncü Maddesi; herkese vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetini sağlamıştır. İbadet, dinî ayin ve törenleri serbest bırakmıştır. Zaten bu maddeye rağmen, bu konularda hürriyetlerin tahdit edildiğini ileri süren iddiaları da anlamak mümkün değildir. Yine aynı maddeye göre kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuk temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandıramaz. Netice olarak, Türkiye'de herkes Anayasa'nın 24'üncü Maddesine uygun hareket etse, ortada bir sorunun kalmayacağı aşikârdır.”

    Bu görüşlerde pek fazla orijinallik yok, öteden beri tekrarlana gelen klişeler olarak görülebilir. Fakat Başbuğ burada da klişeleri kıran yeni bir yaklaşımla “yaşanan din” olgusu üzerinde yoğunlaşarak, dini cemaatlerin konumu ve işlevleri konusunda görüş bildirmektedir. Görüşlerini bazı sorular çerçevesinde ortaya koyan Başbuğ, özetle; dini cemaatlerin, aslında din kisvesi altında dini istismar eden, araçsallaştıran, siyasete bulaştıran, toplumda ayrımcılık ve kutuplaşma yaratan, ve laik ilkesini ihlal eden yapılar olarak tarif etmektedir. Ayrıca modern toplumda kişilerin bir cemaatin üyesi değil, birey ve vatandaş olması gerektiğini vurgulamaktadır.

    Gerçek böyleyse o zaman burada tartışılması gereken sorular şunlardır: Bunca olumsuz işlevlerine rağmen cemaatler nasıl var olabilmektedirler? Acaba burada cemaatlerin işlevleri ve faaliyetleri olarak sıralanan şeyler, gerçekte cemaatlerin özellikleri midir, yoksa cemaatleşmenin olası marjinal sapma eğilimleri midir? Herhalde pek çok dindar kişi, bu tür şeyleri ikinci türden davranışlar kümesi olarak görecektir. Çünkü hiçbir cemaat ve cemaat lideri, din kisvesi altında ama dince uygun olmayan faaliyetleri kendi üyelerine açıklayamaz ve meşru kabul ettiremez. Kaç kişi, kendi cemaatinin din istismarı yaptığını bilerek bu yapıya bağlı kalabilir? Ya da dinin araçsallaştırılmasına seyirci olabilir? Kaldı ki, biraz önce yukarıda bahsettiğimiz kimi dini kavramların ve unvanların ordu tarafından kullanılmasını bazıları bir istismar ve dini araçsallaştırma olarak görürlerse bunlara ne diyeceğiz? Bir başka soru: Diyelim ki din istismarı var! Bununla mücadele etmek askerin mi görevidir, yoksa Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mı? Pekiyi toplumun kendi kendini arındırma gücüne ne zaman güveneceğiz?

    Başbuğ, konuşmasında Weber’den alıntılar yapmakta ve dinin sosyal işlevlerine de değinmektedir. Bir taraftan dinin sosyal işlevlerini kabul etmek, öte taraftan da dini sadece Tanrı ile kul arasındaki bir ilişkiye indirgemek yaman bir çelişki değil midir? 

    Dini sınırlandırma konusunu anlamak için Başbuğ’un nasıl bir devlet görüşüne sahip olduğunu da bilmemiz gerekir. Ona göre laiklik merkezde, demokrasi da onun yedeğinde olmalıdır. “Laiklik ilkesi Türkiye Cumhuriyeti kuruluş felsefesinin temel direklerinden biridir. Türkiye Cumhuriyeti'ni oluşturan tüm değerlerin de temel taşıdır. Laikliğin işlevsel tanımı, Anayasa'nın başlangıcı ile 24'üncü ve 174'üncü maddelerinde yer almaktadır. Anayasa Mahkemesinin içtihatları da konuya açıklık getirmektedir.” Devletin temel nitelikleri arasında başka nitelikler (demokrasi, hukuk, sosyal devlet) de sayıldığı halde laikliği öncelemek tamamen bir yorum meselesidir. Başbuğ’un yorumunda “sınırlayıcı” bir ilke olarak laiklik merkeze alındığı için “özgürleştirici” ilke olan demokrasi, ona tabi kılınmıştır. Temel sorunda buradadır. Bu sorun, onun devlet anlayışının dini özgürlükler açısından da nasıl sorunlara yol açtığını anlamamızın anahtarıdır.

    Dini Anlamak

    Başbuğ, oldukça ilginç bir şekilde Weber’in “anlayış”a dayalı sosyolojisinden bahsetmektedir. Buna göre “Anlayış sosyolojisinde öncelikli olan insandır. Dolayısıyla insanların inandıkları değerlerin anlaşılması önemlidir. Bu değerler içinde elbette inançlar sistemi de vardır.” Eğer Türkiye’de anlamaya dayalı bir sosyoloji ya da anlayış sosyolojisi yapılsaydı, seçkinler; adına “İslam” denilen ve yüzyıllar boyunca toplumsal ve kültürel bir pratik olarak yaşayan bir dinin sadece Tanrı ile kul arasındaki bireysel ve vicdani bir ilişkiden ibaret olmadığını görecekler ve bu konuda daha “anlayışlı” bir konumda olacaklardı. Fakat bugün hala bir “din sorunu”ndan ve cemaatlerin konumunun ne olması gerektiğinden bahsediyorsak, bu konuda daha açık sorular sormak ve bunları tartışmak zorundayız.

    O halde cemaatlerin konumu nedir ve ne olmalıdır?

    Birçok araştırmacının çalışmalarına da konu olan Türkiye’de birçok dini cemaat ve hatta tarikat bulunmaktadır. Üstelik bunlar sadece Sünni nitelikli topluluklarla da sınırlandırılamaz. Seksenli yıllardan itibaren Aleviler de cemevleri olarak adlandırılan mekânlar ile vakıf ve dernek statüsünde bulunan örgütler içinde yoğun bir çalışma içine girmişlerdir. Ne yönden bakarsanız bakın, bunlar da cemaat örgütlenmelerinden başka bir şey değildir. Kaldı ki modern (Batılı) toplumlarda da gördüğümüz gibi cemaatler sadece dini kılıklar altında karşımıza çıkmazlar. Bunun yanında etnik, sosyal ve ırki cemaatlerde bulunmaktadır. Avrupa ve Amerika’da öteden beri Yahudi kökenli dini cemaatler, siyahların oluşturduğu gettolar (ırksal cemaatler) ve İtalyan-Yunan-Çin ve Japon gibi etnik kökenli cemaatler bulunmaktadır. Yine Batılı toplumlarda Türkler, oluşturdukları etnik gettolarında (mahalleler) ve dini-etnik temelli örgütlenmelerinde (dernek ve vakıflar) cemaat nitelikleri ağır basan topluluklar olarak yaşamaktadırlar. Tüm bunlar, laiklik ilkesini ithal ettiğimiz Avrupa’da olurken hiç kimse bu cemaatlerin meşruiyetini sorgulama ve laiklik karşıtı olarak değerlendirmeye kalkışmamaktadır.

    Türkiye’de cemaatler fiili olarak var olmalarına karşın resmi kurumlar tarafından meşruiyetleri sürekli sorgulanan yapılar olagelmiştir. Bu durum, söz konusu cemaatlerde birilerini hami (patron) edinme ve böylelikle kendini koruma içgüdüsü yaratmıştır. Özellikle siyasal partiler, oy karşılığında kimi dini (Sünni ve Alevi) cemaatleri koruma altına almışlardır ve bu şekilde siyasal partilerle cemaatler arasında “gizli” bir ittifak oluşmuştur. Merkez sağ partiler Sünni cemaatlerden destek alırlarken, merkez sol partilerde Alevilerden destek almaktadırlar. Bunu çoğu kişi bilir, ama itiraf etmekten kaçınırlar.

    Bu ilişki biçiminin sürdürülmesinde en çok çıkarı olan kesim, demokrasinin kaçınılmaz organları olan siyasal partilerdir. Çünkü dini cemaatlerin bir anlamda yer altı ve korumasız bir konumda olmaları en çok onların işine yaramaktadır. Söz konusu partiler, onları böyle bir konumda tutarak kendilerine bağımlı kılmaktadırlar. Olası bağımsız ve yasal bir konumlanma, cemaatlerin daha serbest tercihlerde bulunmasına ve belki de siyasetten kopmalarına yol açabilecektir. Fakat sadece siyasal partiler değil, siyaset-dışı resmi kurum ve aktörlerde sürekli olarak meşruiyetlerini sorguladıkları cemaatleri siyasal arenada rol oynamaya itmektedirler.

    Türkiye bu kısır döngüyü aşmak için dini cemaatlerin kendilerini daha güvenli bir zeminde hissedecekleri bir çözümü bulmak zorundadır. Bu onların siyasetle olan ilişkilerini gözden geçirmelerine de imkân tanıyacaktır.

    Dini Cemaatler Sivil Toplumun Neresindeler?

    Dini cemaatlerin konumu hakkında zihinsel bir başka karışıklık, onların “sivil toplum hareketi” olup olmadıkları noktasındadır. Kavramsal ve analitik olarak “sivil toplum” ve “sivil toplum örgütleri” arasında bir ayrım yapmak gerekir. Her ikisinin de merkezinde “gönüllülük” kavramı varsa da bunlar farklı şeylerdir. Cemaatler, ilke olarak sivil toplumun parçasıdırlar. Cemaatlere giriş ve çıkış gönüllülük temelinde işler; hatta idealiter olarak cemaat içi ilişkilerde güç değil, otorite belirleyicidir. Otorite, güçten farklı bir şeydir. Cemaatlerde lidere tabi olmak gönüllülük ve rıza temelindedir. Lider, hiçbir kimse üzerinde zorlayıcı bir güce sahip değildir. Başbuğ, cemaatler hakkında şunları iddia etmektedir: “Sivil örgütler ise giriş ve çıkışın özgür iradeye bağlı olduğu, gönüllülük temelinde işleyen açık örgütlerdir. Dinsel cemaatler ise kapalı ve içe dönüktür. Cemaate giriş ve çıkış çok farklı dinamiklere bağlıdır. Bu koşullar altında, dinsel cemaatlerin, hele çıkar çevresinde örgütlenmişse, sivil toplum hareketi olduğunu öne sürmek çok güçtür.”

    Türkiye’de dinsel cemaatler, Cumhuriyetin kuruluşundan beri varlıklarını gizliliklerine borçludurlar. Çünkü tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin yasa onları yer altına itmiş ve kapalı/içe dönük bir kimlik geliştirmelerine neden olmuştur. Buna yol açanların bugün dini cemaatlerin gizli ve kapalı yapılarından şikâyetçi olmaları anlaşılır bir tutum değildir. Cemaatler gizli ve kapalı kimliklerine rağmen nasıl üye devşirmektedirler? Bunu anlamak için tüm sosyal birliktelikler gibi onların ne tür işlevler gördüklerine bakmak gerekir. Başbuğ, cemaatlerin olumlu işlevleri olabileceğini tümüyle göz ardı etmiştir. Oysa cemaatlerin toplum nezdinde yasallık kazanması, onların sosyal, kültürel, manevi ve dini işlevleriyle yakından alakalıdır. Cemaatler, sosyal bir iletişim ağı olarak bireylere psikolojik bir güvenlik, sosyal yardımlaşma imkânları ve kültürel kimlikler sunmaktadırlar. Hızla değişen ve korumasız insanların bolca bulunduğu kentsel ortamlarda sosyal ve psikolojik sığınak işlevleri görmektedirler.

    Cemaatler, sivil toplumun parçası iken, cemaatlerin oluşturdukları dernek ve vakıflar, “sivil toplum örgütleri” olarak işlev görmektedirler. Çoğu zaman cemaat ile bunların oluşturdukları hukuksal formlar ya da tüzel kişilikler olan örgütler birbirine karıştırılmaktadır. Sözgelimi cemaat içi ilişkilerin demokratik olmadığı, oysa sivil toplum örgütlerinde demokratik bir işleyişin olması gerektiği sık sık tekrarlanmaktadır. Tüm örgüt ve sosyal yapıların demokratik olmasını bir koşut olarak ileri sürmek gerçekçi olmadığı gibi normatif bir talep de olamaz. Cemaatler de, tekrar belirtelim, otoriteye dayalı bir işleyiş vardır. Liderin kararına uymak, gönüllü ve rızaya dayalı bir işlemdir. Oysa sivil toplum örgütlerinde güç ilişkisi geçerlidir. Basitçe, azınlık çoğunluk kararına uymak zorundadır! Ama gerek cemaatlerde gerekse sivil toplum örgütlerinde ortak olan şey, karar öncesi istişare ve tartışmalarda herkesin sözünü söyleyebilmesidir.

    Bugün eğer cemaatler, yeterince açık ve şeffaf değil, bireyciliğe ve özgür tartışmaya yer vermiyorlarsa bu onların yer altında kapalı bir altkültür olarak varlıklarını sürdürüyor olmalarındandır. Cemaatleri özgürleştirmek, onların meşruiyetini tartışma konusu olmaktan çıkarmaya ve sivil toplumun bir parçası olarak kabul etmeye bağlıdır. Böyle bir gelişmeden demokrasi ve çoğulculuk da kazançlı çıkacaktır.