Bugünkü Türk gençliği klasikleri, okumak bir tarafa, tanımıyor. Genellikle klasiklerle ilgili yanlış inançlar ve önyargılar dolaşıyor zihinlerde. Modernist yaklaşıma göre klasikler eski düşünceleri temsil ediyor. Bugüne faydası olmayacağı gibi ilerlememizi de engeller. Bu yaklaşım, belki batılılaşma ve modernleşme adına öne sürülüyor. Oysa Batı’nın kendi tarihi ve özellikle Rönesans adıyla anılan kültürel dönem, bu inancı kökten yıkıyor. Batı kendi Rönesansını gerçekleştirirken, eski Yunan felsefi metinlerine dönmüş ve bunları canlandırmakla işe başlamıştır. Rönesans, “Yeniden Doğuş” demektir. Bununla kast edilen eskiyi tüm renkliliği ile diriltmek ve yenileme çabasıdır.
Avrupa’nın Rönesansı, birden bire ve kendi isteğiyle gerçekleşmemiştir. Bu süreçte Müslümanların rolü büyüktür. Çünkü eski Yunan felsefi metinlerine Müslümanlar yoluyla Endülüs, Sicilya ve İstanbul’da ulaşmıştır. Rönesans’ın ilk önce İtalya’da başlaması, buranın merkezi konumundan kaynaklanmaktadır. Tüm bilgiler ve eserler bu merkeze akmıştır.
Rönesans Avrupası, Ortaçağın cehalet ve sefaletinden çıkmak için yine kendi tarihi derinliklerinden bir çözüm arayışıdır. Bu nedenle Ortaçağ felsefesi ile Rönesans felsefesi arasında önemli farklar vardır. Ortaçağda felsefenin dini bir rengi vardır ve felsefe dinin hizmetindedir. Rönesans, tüm (dini) bağlılıklardan sıyrılmak ve kendine dayanmak istemiştir. Dayanakları deney ve aklın sağladığı doğrular olmuştur.
Ortaçağ felsefesi kendi içine kapalı ve Hıristiyan milletlerin ortak bir sistemidir. Skolastiğin dili Latince’dir. Oysa Rönesans bir sistemler çokluğudur ve antikçağın çok renkli düşünce dünyasını su yüzüne çıkarmıştır. Dili ulusaldır.
Ortaçağda filozoflar, din adamlarıdır. Rönesansla birlikte kiliseye bağlı olmayan yazarlar, araştırmacılar ve üniversite hocaları önemli bir rol oynamaya başlamışlardır. Ortaçağ filozofları mevcut öğretiyi temellendirmeye ve muhafaza etmeye çalışırken, Rönesans filozofları yenilik peşindedirler.
Avrupa’da durum bu iken, bizde Osmanlıdan bu yana yenilikçi kadrolar “eski”yle ilişkileri koparmışlar ve çözümü “dışarı”dan aramaya yönelmişlerdir. Keşke Avrupa’nın izlediği yolu izleselerdi…. Hiçbir zaman Avrupa’yı tam olarak anlayamamışlar ve her dönem, “Avrupa’yı yanlış taklit ettik” şeklinde şikâyette bulunmuşlardır. Sonuç ne olmuştur: Kendi geçmişinden ve değerlerinden kopmuş kuşaklar yetiştirilmiştir. Gayri milli eğitim, onları kendi geçmişlerinden koparmakla kalmamış, Batı uygarlığı hakkında da papaganvari insanlar üretmiştir. Gençlerin çoğu Dekart, Voltaire, Kant ve Rousseau gibi Batılı yazar ve filozofları duymuşlardır, ama sadece duymuşlardır. Bunların temel fikirlerini ve düşüncelerini pek bilmezler. Keşke bilselerdi…
Bir Rönesans’a ihtiyacımız olduğu kesin. Yeni kuşakları bu kültürel taklitçilik ve şizofreni bataklığından kurtarmak için buna mecburuz. Ama ortada böyle bir projeyi esas almış ne bir hareket var, ne bir fikir adamı.. Var olanlar ise gençleri etrafında toplayacak bir hale oluşturamıyorlar…
Bunca eğitimci, üniversite hocası ve yazar ne yapıyor? Herkes kendi telaşında. Eğitim ve üniversite hocaları ekstra dersler peşinde ve geçimlerini karşılamak için koşuşturuyorlar. İdealizm çoktan tatile çıkmış bu ülkede. Yazarlar, kısır politik tartışmalarla gazete köşelerinde ve televizyon ekranlarında insanları germekten başka bir şey yapmıyorlar. Toplumun kültürel ve entelektüel gelişimlerine katkıları olmadığı gibi ruhsal hallerini de bozuyorlar.
Eğer kültürel bir diriliş ve yeniden doğuş (yani Rönesans) başlatmak istiyorsak, kendi klasik kaynaklarımıza ve değerlerimize dönmek zorundayız. Fakat kaynaklara dönüş, bir “geriye dönüş” şeklinde olmamalıdır. Geçmiş kaynaklarımızı ve değerlerimizi “yenilikler” yaratmak için kullanmalıyız. Gerçek Rönesans, ancak bu şekilde başlayabilir. Bu da elbette siyasal değil, kültürel ve entelektüel bir hareket olarak başlamalıdır. Gerisi kendiliğinden gelecektir..