Kendisinden, çevresinden ve kâinattan bağımsız olarak konumlandırdığı bir hayatı izah etmekte zorlanır insan. O, ancak kendisini bir şekilde anlamlandırdığı, toplum içinde var olma kaygısı çektiği, kâinatı gözlemleyebilecek bir bilinçlilik haline eriştiği zaman anlaşılabilir bir hayat sürebilir aslında. Selbî bir bakış açısıyla ilk olarak insanın ne yapmaması, nasıl davranmaması, ne olmaması gerektiğini; hâsılı ne/lerden kopuk bir yaşantı sürdüremeyeceğini tespit etmek, hem sergilenen her bir tavrın, özünde bir anlam taşıdığının gösterilmesine hem de süreklilik bağlamında insan hayatının okunmasına imkânı verecektir.
Öncelikle insan, kendinden kopuk yaşamamalıdır. Bu kopukluk, geçmiş, mevcut ve gelecek bağlamında kendini konumlandıramamak demek. Yani süreklilik arz eden bu vetire içerisinde, ait olması gereken yeri tayin edememek. Ya geçmişte kalarak, günden ve yarından; ya ânı yaşarak dünden ve yarından; ya da geleceği kurarak dünden ve şimdiden bağımsız bir hâlet-i rûhiyeye sahip olmak. Sürekliliği gözetmez ve kopukluğun büyüsüne kapılırsa insan -ki bu, dertsiz ve hedefsiz yaşamak anlamına gelir-, kendisi hakkındaki iyi eğilimli öngörülerden uzak düşer. İnsan için aslolan sonsuza ait olmaktır. Onun dışındaki her şey asıldan kopmayı ve ait olmadığı bir yere çakılmayı ifade eder. Asılla irtibat hali, insana anlam kazandırırken, asıldan kopukluk durumu, insanı, yönünü tayin edememek gibi bir sorunla karşı karşıya bırakır. İnsanın, dünü tahlil eden; şimdiyi inşa eden ve yarını hayal eden üç gözlüğü bulunmalıdır. Ancak bu süreklilik veren bakış açısıyla insan bütün olur, zaman tasavvurundaki tevhidi elde eder.
İkinci olarak insan, çevresinden kopuk olmamalıdır. Bu kopukluk, insanın sosyolojik, psikolojik ve biyolojik niteliklerinin görmezden gelinmesi anlamına gelir. İnsan tab‘an medenî bir varlıktır. Yalnızlık ise sadece Allah’a mahsustur. İnsan O’na özenmeli, esmâsının tecellilerini kovalamalıdır, doğru, ama haddini ve sınırlılıklarını da bilmeli, kendi konumunu isabetle tayin etmelidir. Çünkü esmâya kanat açarken, nefsin isteklerine boyun eğmek her zaman mümkündür. Nefis her şeyden kendine bir pay biçer. Yalnız yaşamayı tatlı addederken farkına varmadan egosunu tatmin ediyor olabilir insan. Bunun önüne geçmenin tek yolu, insanın, zorunlu uzaklaşmalar ve iç veya dış çekişmelerin ittirmesiyle değil, bilinçli ve süreli mesafelerle sosyal konumunu belirlemesidir. İnsanın psikolojik niteliklerini görmezden gelmesi, melekelerin hakkı ile kullanılamamasına atıf yapmaktadır. Nasıl eşyanın yerinden edilmesi zulüm ise insanın, kendine has özelliklerini vaz olundukları istikamette kullanmaması da zulümdür. Biyolojik niteliklerin yitimi ise inzivâ hayatının içselleştirilmesi ve/veya mutlak kabul edilmesinin sonucudur. Halbuki insan, yeme-içme, cinsel tatmin, dinlenme gibi nakîsalar ile örülüdür ve bunlarla insandır. Bunların göz ardı edilmesi, insanın özü/cevheri dışında yer alan hususiyetlerle çelişmesi anlamına gelecektir. Aslına bakılırsa insan, sosyolojik, psikolojik ve biyolojik çevrilmişliği ile varlığının farkına varmaktadır ve bu farkına varış tevhidin, zemine/dünyaya bakan yönüdür.
Üçüncü olarak insan kâinattan kopuk olmamalıdır. Bu kopukluk, insanın kendisi dışındaki kozmosu anlamsızlaştırmasını ifade etmektedir. Her şeyin, kendisi ile anlam kazandığını düşünen insan, kendisini fazlaca önemsiyor demektir. İnsan kainata salt mekanik bir gözle baktığında da, salt metafizikleştirilmiş bir algıyla onu anlamaya çalıştığında da bir şeyleri gözden kaçırıyor ve anlamsızlaştırma sürecinin yemi oluyor aslında. Doğru, kainatta bir döngü var, müthiş kurallı ve kesinlikle aksamıyor. Öte yandan inanan bir insan için kainattaki her bir varlık Allah’ın esmâsını ve mührünü taşıyor. Gören bir göz bir yapraktan da, bir yıldızdan da tutarlı davranan bir yaratıcıya ulaşabiliyor. Ancak buradaki sıkıntı şu: Bu iki unsur arasındaki denge gözetilmediği zaman, ilkinde insan-merkezli bir algı ve salt determinist bir bakış açısıyla ve aynı zamanda hem ilk var oluşun hem de varlığın devam edişinin yaslandığı medâr (ana nokta) gözden ıraklaştırılmakta; ikincisinde ise her şeyin yaratıcıya işaret eden yönü üzerinde yoğunlaşmanın neticesinde, kainatın dinamikliği ve döngüselliği ile bu hareketlilikten insanın alacağı ve topluma sunacağı medâr (ana nokta) ya da medârlar gözlemlenemez bir hal almaktadır. Her iki düşünüş tarzı da kâinattan kopukluk anlamına gelmektedir ve mezmûm bir hâldir. Dolayısıyla kâinat hakkındaki bilinçlilik durumu insanın, tevhidin evreni ya da evrenin tevhidine açılması demektir.
İnsanın, kendisi, çevresi ve kâinat ile olan ilişkisi bütünlük ve devamlılık ekseninde yürümelidir. Bu üçü hem olmalı hem de birlikte olmalıdır. Ancak o zaman hayata dair tevhidî bir bakış söz konusu olabilir. Yani insan kendisi ve çevresi ile bütünlüklü yaşasa ancak kâinat ile ilgili herhangi bir anlam ilişkisi kuramasa bir şeyler eksiktir. Keza çevre ve kâinatı anlamlandırırken, insanın kendisinden kopuk olması da aynıdır. Veya kendisi ve kâinatı anlamlandırırken sosyal çevrilmişliğinin farkına varmaması ve onu inşa yolunda adım atmaması da tevhid bakımından bir eksikliktir. İnsan dengeli bir şekilde, anlamlı kılması gereken her şeyle bilinçli bir bağ kurmalıdır. Aksi bir durum gâye-i hayalden uzaklaşma sonucunu doğurur.
Peki, insan nasıl anlaşılabilir bir hayat sahibi olur? Aslına bakılırsa yukarıda zikredilen bütün/cül/lüğü korumak esastır, ötesi ise teferruat. Bazen teferruatlar da önemlidir ama esasın olmadığı yerde onlardan bahsetmek asıl teferruattır. Bundan dolayı insan, kendisi, çevresi ve kâinatı anlamlı kılabiliyorsa zihninde, büyük oranda kendi meçhullüğünden ve anlamsızlığından sıyrılmış demektir. Bu hal, tam olarak kişinin, konumunu idrak etmesidir. İdrak edilen ve dolayısıyla anlamlılaştırılan ene (ego), çevre ve kâinat ise ideali hem kurma hem de yaşa/t/ma imkanı verir. Tüm bu eylemler, insanın, sürekliliğini kavraması için bir fırsattır. İnsanın sürekliliği, sadece bu dünyada, birbirlerinden ayrılmaması gereken unsurlar hakkındaki süreklilik bilinci anlamında değil, dünya-öncesi, dünya ve dünya sonrası olmak üzere üç hayat düzlemindeki konumunu netleştirmesi manasında kullanılmaktadır ve asıl olan süreklilik de budur. İnsanın, bu dünyada birleştirdiği ve kopuk olmaktan kurtardığı üç unsur, üç hayat düzlemini birleştirebiliyorsa başarılıdır. Aksi takdirde yine dengeler bozulacaktır. Ya varlık problemi ya dünyevîleşme ya da uhrevîleşme ile karşı karşıya kalınacaktır.
Zaten tevhîdin işaretlerinden biri de, bu dâimi süreklilik dengesini kovalamak değil mi?