Düşünmek için bazı araçlara ihtiyacı var insanın. İnsan ancak onlar sayesinde bulunduğu dünya ile arasına mesafe koyabilir ve mevcudundan bağımsızlaşarak âlem hakkında düşünebilir, konuşabilir. İnsana tefekkür imkanı veren araçların başında bizzat insanın kendisi gelmektedir. İnsanın kendisi üzerine düşünüşü aynı zamanda âlem üzerine düşünüşü demektir. Çünkü kadîm öğretiye göre insan küçük âlem; âlem büyük insandır. Mutlak olarak âlem üzerine düşünüşün birkaç aşaması vardır. İlk olarak âlemin varlığı ve bu varlığın mahiyeti, âlemi var edenin varlığı, var olan âlemin neden var olduğu, var eden irâdenin keyfiyeti, âlemi var etmekle neyi murad ettiği, var olan âlemin neliği hakkında herhangi bir şey söyleyip söylemediği, bizden beklentisinin ne olduğu, eğer bir beklentisi varsa bunu insanlığa bildirip bildirmediği, bildirdiyse bildirmesinin keyfiyeti vs. ilk anda akla gelen bazı sorular. Tabii âlem üzerine düşünüş, küçük âlem olan insanın kendisi üzerine düşünüşünü de zorunlu kılar. Bu çerçevede insan neden vardır, nasıl yaratılmıştır, varlığı kendisine aitse neden sınırlı ve kusurludur, varlığı kendisine ait değilse yine kendisine ait olmayan bu hayatın sonunda ne olacaktır, ölüm, hayat, üzüntü, mutluluk gibi kavramların gerçek anlamı nedir, insanın sahip olduğu akıl, nefs gibi şeylerin mahiyeti nedir, sonsuzluk nasıl bir şeydir, hayatın anlamı nedir gibi sorular da düşünüşün insan tarafına bakan yönüne dikkat çekmektedir.
İster küçük ister büyük olsun âlem üzerine düşünüşün en önemli araçlarından biri kişinin iç dünyasını ifade edebilmenin nadir yollarından olan dildir. Çünkü insan salt olarak düşünme eylemiyle yetinemez bunu açık veya gizli yani kendi dışına veya kendisine bir şekilde ifade etmek de ister. Bu ifade ise insandaki dil becerisiyle mümkündür. Kabaca yapılacak bir tarifle kainattaki sesleri özümseyerek insan sesinin irâdî bir şekilde ve belli yönlendirmelerle ortaya konulması anlamına gelen dil becerisi ile öncelikle bizzat kullanılan dilin yeterliliği, ikinci olarak da insanın, o dili, düşünme eyleminin herhangi bir aşamasını ifade etmede bir araç olarak kullanabilme kapasitesi kastedilmektedir. Burada insanın tasavvuratında, zihin dünyasında şekillenen ve varlık âleminde görünüşü ve paylaşılması ancak dil sayesinde mümkün olan düşünüşün, hangi aşamalardan geçerek dile döküldüğü sorununu bir kenara bırakarak içinde bulunduğumuz vasatta düşünme eyleminin dil ile ilişkine kısaca temas edilmesi hedeflenmektedir.
İlk olarak kendi medeniyetine ait kavramlarla konuşamayan nesillerin düşünce üretebilmesinin mümkün olmadığını tespit etmek gereklidir. Örneğin İslâm medeniyetinin irfan, ihsan, ârif, nefs, tevhid, İslâm, müslüman, ilim, talim, âlim, hikmet, akıl, âlem, din, mescid gibi kavramları bugünün insanı için bir şeyler ifade ediyor etmesine ancak bu kavramların kadîm dünyadaki tazammunlarıyla hâlihazırdaki kullanımlarının arasında çoğu zaman herhangi bir bağ ve ilgi yok. Yani modern zihinlerde yeni bağlamlarıyla yer tutan bu kavramlar kendi dünyalarındaki değerlerini elde edemedikleri için, günümüz insanının hayatı, düşünüşü ve varlık telakkisi gibi konularda da ciddî bir işlev göremiyorlar. Başka bir deyişe İslâm medeniyetinin türlü tecrübelerinde her türlü inşa yine bu kavramlarla yapılıyordu. Aydınlar bu kavramlarla konuşuyor, yazıyordu. Sağlam bir varlık telakkisine sahip olunduğu için mezkûr kavramlar da o nispette değer ve anlam kazanıyor, dolayısıyla insana ve çevresine anlam katıyordu. Şimdi elde aynı kavramlar olmasına rağmen bu tür bir inşanın olamayışı, ilk anda, bu kavramların şekillendiği ve hayatı şekillendirdiği arka plan bilgisi ile kavramların birbirleriyle ve hayatın her şubesi ile olan ilişkilerinden uzak olunduğunu gösteriyor. Bundan dolayı tek bir kavram bir dönem bizzat varlık algısının tamamını şekillendirecek derecede ağırlığa sahipken ve pek çok işlevi görürken yani düşünce üretmeye ve bunu hayata yansıtmaya imkan verirken günümüzde sadece lafızlarına sahip olunan ve içleri doldurulamayan pek çok kelimemiz olmasına rağmen sağlıklı düşünce üretilemiyor. Yani kelime sayısını artırmak, sözlük ezberlemek düşünce üretememe sorununa çözüm teşkil etmiyor. Özetle ait olduğumuz medeniyetin kavramlarına ihtiyacımız var; zihnimizde ve dilimizde görüntüsü bulunan tazammunu buharlaşmış kavramlara. Çünkü insan ancak kavramları ait oldukları kültürel bağlamlarıyla bilmek ve tekellüfsüzce kullanabilmekle düşünce üretilebilir. Kanaatimizce kadîmle bağlantısı olmayan binlerce kelime yerine, hakkı verilebilen tek bir kavram pek çok sorunu çözme imkanı verebilir. Bu çerçevede “ilim” kavramı ve çağrıştırdıkları üzerinde kısaca durmak istiyoruz.
Öncelikle ilim kelimesinden türeyen pek çok kelimenin aslında İslâm düşüncesinin ve medeniyetinin çeşitli alanlarında oldukça merkezi bir konumda yer aldığını belirtmek gerekir. Nitekim âlem, ta‘lîm, ta‘allüm, alem, âlim, i‘lâm, ma‘lûm, muallim, müteallim bunlardan sadece birkaçı. Görüldüğü üzere “ilim” kelimesi farklı iştikakları dikkate alındığında insandan kainata, felsefi bir zeminden eğitim-öğretim dairesine varıncaya kadar bir çok alanla ilişkili. Bu durum aynı zaman İslâmî düşüncesinin bütünselliğinin de bir göstergesi.
İslâm düşüncesinde ilim kavramı ele alınırken öncelikle Kur’ân ve sünnetteki ilk anlama, daha doğrusu içeriği yeniden inşa edilen ilk anlama, daha sonra da İslâm medeniyeti içerisinde şekillenmiş türlü düşünce ekollerinin ilim anlayışlarına kısaca bakmak zaruridir. Kur’ân’daki kullanımlar genel hatlarıyla incelendiği zaman Allah’ın “Alîm” olarak tasvir edildiğini, ilmi insanlara verenin ve ilmin kaynağının O olduğunu, bilmenin Allah’ın varlığını, birliğini, kudretinin sınırsızlığını, merhametli olduğunu, her şeyi işittiğini, hiçbir şeye muhtaç olmadığını, insana sahip olduğu her şeyi veren varlık olduğunu bilme anlamına geldiğini söylemek mümkündür. Bu haliyle ilim, cehâletin zıddı görünümündedir ki Kur’ân kullanımında cehâlet, Allah’ı bilmeme, inkâr gibi bağlamlarda kullanılmaktadır. İslâmî ilimlerin teşekkül döneminde yani hicrî ilk üç asırda özellikle şer‘î ilimlere dair metinlerde “ilim” kavramı mutlak olarak kullanıldığı zaman “hadis/rivâyet/eser” anlaşılırdı. Örneğin Buhârî gibi muhaddisler konu başlıklarında yer verdikleri “ilim” kavramı ile neredeyse her zaman hadisi kastettikleri görülür. Bunun yanı sıra diğer düşünce ekolleri de ilim kavramına yeni anlamlar kattılar.
İslâm düşüncesinde ilimden bahsedildiği zaman, peşinen varlık algısı ile birtakım hususlar hatıra gelmek durumundadır. Zira Allah’ın alîm oluşu, kişinin bilgilenme talebinin, Allah’ın en güzel isimlerinden birinin tecellilerine talip olma anlamına geldiğini açıkça göstermektedir. Bu haliyle ilim, Allah’taki künhüne varılamayan keyfiyetiyle bir tür küllî ahlakın küçük bir cüzünü temsil etmektedir. Çünkü İslâmî düşünüş Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmayı salık verirken, insanın, O’nun isimlerinin tamamının tecellilerini kovalamak zorunda olduğunu ihsas etmektedir.
İlim kelimesi ile âlem kelimesi arasındaki ilişki de dikkat çekici. Varlık veya varlığını bilmemize rağmen sınırlarını kestiremediğimiz âlem, bir tür sorumluluk yükler bize. Hiçbir şeyin abes/gereksiz olmadığına inanan insan, varlığı anlamlı bir hale getirmek zorundadır. Bu anlamlı hale getirişin olmazsa olmazı ilimdir. Âlem ancak ilimle bilinir. Bu ilmin temel hususiyetlerinin ilki tabii ki ma‘rifetullah’tır. Allah’ın bilgisi âlemi anlamlı kılar. Allah’a dair bilgisizlik ya da Allah hakkındaki cehalet, varlığı anlamsız bir hale gelmesi demektir. Âlem, Allah’ın tecellileri ile varlığını sürdürmektedir ve O’nun isimlerinin yansımalarını her an üzerinde hissettirmektedir. Yani ilim talebi, âlemi Yaratanı bilmek ile başlar. Âlemi bilmek de O’nu bilmekle mümkündür. Âlemin insana göre sınırsızlığı ve ihata edilemezliği, onun sınırsız ve ihata edilemez Yaratıcı tarafından vaz edildiğinin net bir göstergesidir. Makro âlemden mikro âleme kadar her varlık tabakası, insanı hayrete sevk etmekte ve her aşamada ona acizliğini hissettirmektedir. Bu âcizlikten kurtulmanın tek yolu âlemin bilgisini elinde tutan Alîm’e teslimiyettir.
İlim kelimesinin diğer versiyonları, sadece bilgi sahip olmak için ilim elde talebinin anlamsızlığını ve gayri meşru olduğunu göstermektedir. Ta‘lîm, ta‘allüm, âlim, muallim, müteallim gibi kavramlar, karşılıklı bir ilişkiye işaret etmekte ve ilmin, ancak daha başkalarının istifadesine sunulduğu takdirde anlamlı olabileceğini düşündürmektedir. İnsanın bilmediğine talip olacak, dizini ve gururunu kırarak öğrenmek için çaba gösterecek, son olarak daha öğrendiği meşru ilmi, yine meşru yollarla yeni ilim taliplerine arz edecek.
Sonuç olarak elân kullanılan dille düşünce üretme imkanı yok. Gündelik hayatta 500-600 kelime ile konuşmak ve bu kelimelerin dahi hakkını verememek günümüz insanının ve hatta entelijansıyanın şiarı. Kavramlar üzerine düşünmek için ise zamana ihtiyacımız var. İslâm düşüncesindeki her bir kavram, o düşünüşün varlığı anlamlandırma biçiminin yanı sıra Allah, kainat ve insan algısıyla da doğrudan ilişkili.