Hayat garip şey vesselam… Çocuk biraz hareketlenmeye başladığında, soru sormaya da başlıyor. Önceleri dili dönmez, eli yetişmez iken işaretle, biraz algı düzeyi yükselince diliyle başlıyor soru yağmuruna. Özellikle somut olanın biraz dışına çıkılan yaşlarda, insanı hayrette bırakacak sorular dökülüveriyor nazenin dilinden… Allah nerde, ölenler nereye gidiyor? “Ne bileyim a evladım! Ben onları paranteze aldım, artık düşünmüyorum onları; çünkü düşündükçe buralarla olan bağlantım zayıflıyor, dünyadan zevk alamıyorum…”
Soru sormanın (veya daha başka bir deyişle) doğruyu aramanın fıtri bir şey olduğunu mu söylüyor bize çocuk soruları ya da çocukça sorular dediğimiz kelam incileri? İnsanın bir ihtiyacını mı dillendiriyor bebeler, tertemiz gönülleriyle? Ya da biz bu kadar da mı uzaklaştık soru(n)larımızdan? Kaçar olduk, düşünmemiz gereken şeylerden? Bilemiyorum, galiba ben de kaçıyorum…
Bazı zaman bazı şeylerle arada mesafe bulundurmak iyidir. Ama bu öyle bir şey değil. Aksine bu sorular (gerçeği söylemek gerekirse felsefenin ontoloji problemi dediği, varlığın anlam ve amacını tayin etme vasıtaları) bize anlam katan şeyler zannımca. Çünkü kişi, hemcinsleri ile aynı olmaktan sıkılır. Aynı şeyleri düşünmekten, aynı şeyleri giyinmekten, aynı yerlerde seğirtmekten. Farklı olma arzusu da insanın doğasında var. İşte bu farklılık, sorular ve onların makul cevapları üzerine inşa edildiği zaman anlam buluyor. Yani insan, düşündüğü, kafa patlattığı, varlığına anlam verebildiği oranda insan. Yoksa ne gezmeyle, ne de giyimle farklılık sağlanmıyor. Farklılık, seninle varlık noktasında aynı olan ama varlığa anlam katma noktasında uzlaşamadığınız insanla olan durumunuz. Ve bu farklılık kişinin ayaklarının yere basmasını sağlar.
“İnsan tab’an iyidir” der İbn Haldun ve birçok İslam alimi. Konu ile ilgili ayet ve hadisler de dile getirilebilir. Ancak ilgi çekici olan, soru sormanın bu kadar erken başlaması değil. Gerçekten garip olan, dünyayı tanıma/ onunla kaynaşma oranı arttıkça varlık ile ilgili soru sormanın azalması. Hatta tamamen unutulması. Ta ki, yeniden başka bir aleme adımlanacağının fıtri olarak bilindiği yaşlılık çağına kadar. Yani galiba şöyle bir şey; çocuk ötelerden kopup geldiği, bu dünya ile de tam olarak kaynaşamadığı için, eşyanın ve olayları özünü, aidiyetini aramaya çalışıyor, daha doğrusu kendi özünü arıyor. Ünsiyeti dünyadan çok, geldiği mekana ait olduğu için soruyor/ soruşturuyor. Ve yaşlı insan da aynı; ünsiyeti bu dünyadan diğer çok diğer dünyaya ait olduğu, istemeden de olsa ayağını bastığı yer ile olan bağlantısı iyice azaldığı için soru sormaya başlıyor. Her iki soru da anlam katmak için ve her ikisi de fıtri. Ancak biri oldukça erken, biri oldukça geç. Öyle ya sorumluluk, akıl ve bilinç ile başlar, irade ile anlam kazanır; o yüzden çocuk soruları (her ne kadar fıtrata işaret etse de) oldukça erken bir dönemin meyvesi. Yaşlılık ise birçok hassanın gevşediği bir zaman dilimi, istenilse de birçok kötülüğün yapılamayacağı, iradenin kişiden kaçtığı bir “an”lar topluluğu; bu yüzden, bu sorular için oldukça geç.
Acaba parantezlerden çıkarabilir miyiz sorularımızı ve yeniden fıtri olana yaklaşabilir miyiz? Veya ne oranda, samimiyetle bunu yapabiliriz?
(Mustafa Macit Ağabey’ime teşekkür; “çocuk ve soru” sorusunu sordurduğu için.)