İmsâk 03.35, iftâr 20.47. Kemiksiz on yedi saat oruç. Hava sıcaklığı 30-35 derece civarında. Daha güney bölgelerde 40 derecenin üzerinde. İş-güçte herhangi bir gevşeme yok. Hayat yine akıyor olanca süratiyle, olmazsa olmazlarıyla. Ama daha bir durgun, solgun sanki Ramazan’ın ilk gününde bazıları. O oruçlular hemen belli oluyor saat öğleyi, hele de ikindiyi geçtikten sonra. Dinin rasyonel bir din olduğunu iddia edenler pek görünmüyor piyasada, içinde bulunduğumuz yaz günlerine denk geldiğinde oruç. İslâmcı doktorlar perhize benzeterek fayda kumkuması haline sokamıyorlar on yedi saatlik açlığı, susuzluğu. Orucun uzun günlere gelmesi hem gerçek orucu hem de gerçek oruçluları bulmaya imkân veriyor birkaç yazdır.
Amelin, imânın bir kısmı olup olmadığı ile ilgili kadîm tartışmaya girmeye hiç niyetim yok. Sadece sessiz ve iddiasız bir imân tezahürü olan oruç bağlamında bir şeyler karalayacağım… İbâdetlerin tamamı, ortaya konulan, eylenen, izhâr edilen birtakım ameller ile biliniyor. Namaz kılmak için abdest ve ardından kıyâm, rükû, secde; zekât, sadaka için bir miktar mal veya eşyayı birine vermek; kurban için bir kurbanlık alarak onu vâcib, adak vb. niyetiyle kesmek gibi eylemler ortaya konuyor. Oruç ise bambaşka. Gecenin bir vakti, hiç kimseler yokken etrafta ve ışıklar en derin uykusundayken, yarın/ın için sessizce birkaç lokma atıştırmak. Ve gün başladığında yeme-içmeden uzak durmak ve tüm uzuvları kontrol altında tutmak. Kimseler yokken dahi etrafta ve her türlü nimet elinin altındayken, sırf kâinatı var edenin hatırına oruç yasaklarını delmemek, sadece ve sessizce Allah’ın rızasına talip olmak. Tüm ibâdetlerin aksine oruç bir takım şeyleri yapmamakla öne çıkan ağır bir ibâdet. Oruçlunun ağız kokusunun Cenâb-ı Allah tarafından övülmesinin esprisi de bu olmalı…
Daha Ramazan başlamadan sorular gelmeye başlamıştı: “Çalışma şartlarım çok ağır, şeker, kolesterol vb. hastalığım var, emzikli bebeği var” vs. gibi ifadelerle başlayıp “oruç tutmayıp yerine fidye versem olur mu” diyerek biten ve bu haliyle, duyulmak istenen bir cevabı dayatan sorular. Tabii ki bu gibi sorulara ruhsat kabilinden bir şeylerle cevap vermek bir yere kadar meşrû ve mümkün. Ancak önemli bir soru geliyor akla: Bir teklif olan bu dinin hiçbir tekellüfü olmayacak mı? Sahiden dinin tamamı basitlik, kolaylık, ruhsat vb. kelimelerle açıklanabilir mi? Burada bazı ibadetlerin keyfiyetine temas etmek gerekiyor. Örneğin hac ibadetinin bir kolaylık olduğu söylenebilir mi veya zekat vermenin ya da kurbanın malî bakımdan kişinin malına bir artı getirdiği düşünülebilir mi ve son olarak mesela on yedi saat oruç tutmanın kişinin bedenine faydasından bahsedilebilir mi? Bu ibadetleri kolaylık söylemi altında basitleştirmekten ziyade özellikle imân bağlamında ve ağırlıkları, zorlukları olan birer teklif olarak anlamak gerekir. Hac, zekât, kurban ve orucun mevcut konjonktüre uygun düşecek şekilde sosyal faydalarına indirgenmesi de ayrı bir sorun. Neden bu ibâdetlerin sadece Allah rızası için oldukları gerçeğini müslümanlardan bile duymak güç artık? Apolojik dil ve sürekli dinini cici gösterme çabalarından arınmak gerek. Din, Allah’ın dini ve bir müslümanın bu din sayesinde izzet kazanması ancak onu olduğu gibi benimseyebilmesine bağlı. Dinin teklif oluşu ve birtakım tekellüfleri barındırması, müslümandan istenen şeyin, ruhsatlarla ameli kovalamak değil, bilinçli olarak yüklenilesi yüklerin altına girmek olduğunu gösteriyor.
Oruç, Ramazan ayının alemlerinden biri. Tıpkı Kur’ân vurgusu, kıraat, teravih, fıtır sadakası gibi. Dini sadece ibâdetlerden hareketle anlamak mümkün olmadığı gibi Ramazan’ı da sadece oruçla anlamak mümkün değil. Oruç, manevi anlamda taşlarını ait oldukları yerlere yerleştirmiş olan erlerin kârı. Hele de içinde bulunduğumuz günlerde. İslâm tevhid düşüncesinin diğer gerekleri konusunda zikzak yapan kimselerin, on yedi saatlik bir orucu zihinleri ve gönülleri ile kabul etmeleri ve bir eylem biçimi olarak güne yansıtmaları çok zor. Çünkü böylesine ağır bir yükü ne akıl ne de beden yüklenebilir. Bu yük gönlün yüküdür. Oruç gönlün orucudur…
İnsan her an türlü şekillerde sınanıyor. Kış gününde soğukla, yaz gününde sıcakla; parayla, makamla, şehvetle; eşle, evlatla, aile ile; ve tabii ki en önemlisi kendisi/iradesi ile. İrâdî bir eylem olarak oruç, birtakım ön kabullerle gündemimize giriyor:
“Ey sersem nefis, bütün sene üzerimden geçindin. Ama seni ıslah etme vakti geldi. Bak Ramazan kapıda. Seni kapıda bekleteceğim en azından bir ay. Seninle arama orucu koyacağım ve Rabbime sığınacağım.” “İnsan, ne kadar zalimsin. Dünyanın yüzde beşinin, yüzde doksanının hakkını gasp ettiği bir dünyada tepkisiz kalacağımı mı zannettin? Ben tarafımı belli ediyorum. Zayıf bırakılanların yanındayım bilinçli olarak. Bana bu imkânı oruçla sunan Rabbime ise minnettarım…” “Ey kâinât, seni ilk defa bu kadar yakından duymaya namzedim. Senin benimle konuşacağını ve bunun ancak benim bir şeylerden vazgeçebilmeme bağlı olduğunu biliyorum. İşte Ramazan. Kendime söz geçireceğim ve seni işiteceğim.” “Rabbim, senin için su da, aş da, eş de feda olsun. Bana verdiğin bunca şeye mukabil on iki aydan birini bazı açılardan benden ödünç olarak istiyorsun ötelerde sonsuzu lütfetmek için. Verdim, kabul buyur!” Kişiden başlayıp, toplum, kâinât ve yaratıcıya varan bir silsilede oruç bunlara benzer ve her biri irâde kokan binlerce kabulü daha barındırır.
Aslolan eyleme yüklediğimiz anlamın farkında olabilmektir. Çünkü oruç da bilinçli olarak ortaya konulan veya konulmayan diğer ibâdetler gibi imândandır. “Ameller imândan mıdır” sorusu hakkında farklı zaviyelerden pek çok şey yazılabilir ama orucun imândan olduğunda şüphe olmasa gerek…