Biraz uzaklaştım İstanbul’dan yine. Hem özlemek hem de onun, üzerimdeki yorgunluğunu bir nebze olsun atabilmek için. İzmir’den, Malatya’ya geçtim. Ardından da Antep ve Urfa’yı ziyaret etme imkanı buldum. İstanbul’dan on yedi gün ayrı kalmışım. Sanki üç-beş ay gibi geçti günler. İstanbul bende ne zamandır sabite halini aldı bilmiyorum. Ama her bir geziden sonra İstanbul’a daha bir sıkı tutunuyorum. Halbuki Anadolu, özellikle de Doğu ne kadar güzel; hem insanı hem de görülmesi gereken yerleri ile…
Malatya yine gelişmiş, değişmiş maddî olarak. Ne zaman gelsem bir farklılık görebiliyorum şehirde. Dört sene olmuş buralara gelmeyeli. Eski belediye binasının yerinde yeller esiyor. Bir gecede yıkmışlar denilene bakılırsa. Yenisine ise bazı tartışmalar olsa da taşınılmış sonunda. Mimar Ahmet Vefik Alp’in projesi idi bu yapı. Yukarıdan bakınca üç hilal şeklinde diye sürüncemede kalmıştı inşaat bir süre. Ak Partili belediye taşınmamıştı. Ama ısrar edilmemiş hatada.
Yeni (Teze) Cami’yi tadilâttan sonra görmüştüm zaten. Çevre düzenlemesi ile biraz daha oturmuş. Belediye otobüsleri yenilenmiş, yollar güzelleşmiş. Özellikle de şehrin az dışına yapılan büyük siteler ilgi çekici. Sürekli olarak sağa ve sola genişliyor şehir. Tüm bunlara rağmen şehirde bir şeyler eksik gibi. Şehrin bu kadar süratli gelişmesi sanki dinî telakkîleri zedelemiş gibi. Öte yandan şehrin manevî dokusu sanki Somuncu Baba ile eski Malatya’daki bazı ziyaretlere hasredilmiş. Burada eş-dost ziyaretlerine bayağı vakit ayırdık. Göremediğim için üzüldüğüm iki insanın ilki oldukça rahatsız olan Cercis Dayı, ikincisi ise il dışında olduğu için göremediğim Muharrem Amca. Muharrem Keçeli 1960’tan beri aynı dükkanda sahaflık yapıyor. Kendisiyle tanışalı sanırım 8-10 sene oldu. Keşke dükkanına girip onun sessiz bakışları eşliğinde birkaç kitap alabilseydim… Eski Malatya’ya (Battalgazi) da gittik, Selçuklu yapısı olan Ulu Cami’yi, yeni restore edilen Kervansaray’ı ve diğer bazı mekanları ziyaret ettik. Buranın belediye faaliyetleri merkezden daha iyi kanaatimce. Merkezdeki pek çok tanıdığın şahitlikleri de bu yönde.
Bazı günleri de çevre illere ayırma imkânımız oldu. Ne zamandır görmeyi istediğim ama bir türlü yolumu düşüremediğim bir şehirdi Antep. Bu sefer Antep ve Urfa’ya iki gün tahsis ederek bu özleme son vermek nasip oldu. Antep tahminimin çok üzerinde bir şehir. Hem modern görüntüsü hem de neredeyse her sokak arasında yaşayan tarihi ve nezih bir surette temaşâya açılan klasik yapıları ile oldukça ilgi çekici bir sentez. Şehir düzenli, temiz. Savaş müzesi, mutfak müzesi, kalesi, bakırcılar çarşısı, baharatlar, yemekler, katmer (ama Zekeriya Usta’nın elinden yenilmesi gerek), zahter, meyan ve böğürtlen şerbetleri, güler yüzlü esnafı, bu şehrin ilk anda akla gelenleri. Antep’te dünyanın en büyük mozaik müzesinin açılışı da biz orada iken Başbakan tarafından yapıldı. Benim ilgimi en çok çeken şey ise, -görebildiğim kadarıyla- tarihi yapıların neredeyse tamamının restore edilmiş olması. Bu noktada hem vakıflar müdürlüğünü hem de yerel belediyeleri tebrik etmek gerek. Sanırım bu şehri seven insanlar güzel bir el birliği içerisindeler. Her sokak arasında tarih var. Daha doğrusu Antep, ruhu diri olan bir şehir. Bir gün yetmiyor bu şehre ama vakit dar. Yine de geceyi Antep’te geçiriyoruz. Ertesi sabah ise hedef Urfa.
Antep’ten ne kadar uzaklaştığımı hatırlamıyorum ama dikkatimi Halfeti tabelası çekti. Sonuçta yapmam gereken sadece direksiyonu sağ tarafa kırmaktı. İyi ki öyle yapmışım. Her ne kadar Urfa’ya varışımız 2 saat kadar gecikse de burayı görmek her şeye değdi. Sanki çöl ortasında bir vaha Eski Halfeti. Baraj gölü altında kalmış pek çok şey. Bu durum ise turizm açısından istediği tanıtımı bir türlü yapamayan Halfeti’ye çekmiş dikkatleri. Sağlı sollu sürekli olarak fıstık bahçeleri uzun süre devam etti yol boyu. Ancak yine de belirgin bir kuraklık ve sıcaklık var. Eski Halfeti’ye yukarıdan bakınca ilk anda şaşırıyor insan. Bir an Çeşme veya Alanya’da hissediyor kendisini. Ufak bir kasaba görüntüsüne sahip olan mekan, baraj suları üzerinde tur yapan teknelerle renklenmiş. Su altında kalan bir köy, uzaktan görünen minaresi… Yol Urfa’ya uzuyor.
Şanlıurfa’ya bundan önceki gelişim 21 sene öncesindeydi. Hatırımda kalanlar ise sadece Balıklı Göl ve yolda yaptığımız araba kazası. Şimdi ise daha dikkatliyim şehre karşı. Ziyaret yerlerinin nezaheti ve nezafeti ile şehrin durumunun örtüşmediğini hemen belirtmek gerek. Şehrin durumunu, bu anlamda Mısır’ın bazı bölgelerine benzettim hemen (mesela Nasr bölgesi). Buna rağmen etkileyici ve manen huzur veren bir şehir burası. Ben Eyüp Peygamber’in sabrına ve İbrahim Peygamber’in tevekkülüne bir kez daha talip oldum bu şehirde. Özellikle Urfa Kalesi’nin tepesinden şehre bakarken, -belki de- yegane yeşilliğin Halîlu’r-Rahmân bölgesinde olduğunu fark ettim. Yani bazı insanlar için ateşler gül bahçesi olduğu gibi, yine o insanlar gönüllerinin huzuru binlerce yıl sonrasında dahi hissedilebiliyor. Asıl halinin M.Ö. 9500’lü yıllarda inşâ edildiği düşünülen kalenin aşağıya inişi oldukça ibretâmiz. Bitmeyen bir labirent. Zaman zaman daralan, zaman zaman genişleyen ama her haliyle taş taş yontulduğunu haykıran muazzam bir tünel. Tabii ki Urfa’ya gelince buranın olmazsa olmazlarından da imkan ölçüsünde istifade ettik. Yemekleri, çarşısı, isotu, mırrası, ziyaretgâhları, kalesi ile bu şehir şimdiden yine davet ediyor beni.
Buraya havayolu ile gelmiş olsam da, Malatya-Antep-Urfa arasında toplam 10-12 saat kadar direksiyon salladım tahminen ve oldukça yoruldum. Araba ile yolculuk her zaman tercihimdir her şeye rağmen, özellikle de gece yolculuğu. Yolların sakinliği, incelip uzayışları ve yarenliği çok güzel. Ve bitiyor bu günler işte. Ne zaman yeniden nasip olacağını kestirmek de zor. Yollar İstanbul’a mı çıkıyor hep? Her adımın sonu bu güzel, nazlı şehre mi varıyor?
(7-13 Eylül 2011)