Menu
SIRLAR ALEMİNDE PERDEYİ ARALAMAK: MÜŞAHEDE
Deneme/İnceleme/Eleştiri • SIRLAR ALEMİNDE PERDEYİ ARALAMAK: MÜŞAHEDE

SIRLAR ALEMİNDE PERDEYİ ARALAMAK: MÜŞAHEDE

'Kim, gönlünü daha fazla cilâladıysa daha ziyade görür; ona daha fazla suretler görünür. Perde ardındaysan perdeden çık da, o şaşılacak padişahlığı gör.'' Mevlana

'(Ruhani genişlik ve ahlaki güzelliğin eşlik ettiği) suretlerin görülmesi, fakat görülmelerinin müşterek hisle gerçekleşmemesi, bir nesnenin karşımızda durmasının, görmenin gerçekleşmesinin tek şartı olmadığını isbat eder. O halde karşı karşıya olmanın anlamı, arada hiç bir engelin olmamasıdır.' Suhreverdi

Görmenin Batı'ya duymanın Doğu'ya ait olduğu ve buradan Batı-Doğu bilgi edinme biçimlerine kadar indirgenen olgunun felsefedeki yeri kökenlere gidildikçe aynılaşırken, batınî öğretide görmenin öncelendiği, 'yaratılmamış' kalp ile eş tutulduğu anlaşılmaktadır. Batınî öğretide en nihayetinde insanoğlunda herşeyi gören tek şey yalnızca kalptir.

Antik çağ filozoflarından Aziz Augustinus, Platon gibi filozofların görme ile kalbin ilişkisi üzerine sufilerin kurduğu aynu'l kalb öğretisinin benzerlikleri üzerinden gidersek, batınî bilginin evrensel tezahürleri ile karşılaşırız. Bu iki farklı dünyanın batınî bilgide kökenlere inerken aynılaşması bize bu evrenselliği Mutlak Gerçeklik bağlamında yeterince sunmaktadır. Yine Efeslilere Mektub'unda Pavlus'un 'kalplerinizin gözleri aydınlansın diye...Tanrı'yı görmek için kalplerin temiz olması...'gibi ifadeleriyle ortaya çıkan göz-kalp ikilisini görmekteyiz.

Batı'nın 'görme kaybı' ancak pozitivist etkilerle gerçekleşmiş fakat buradan 'duyma'ya değil, manipüle edilmiş görmeye ve sağırlar tragedyası sahnelenmeye başlanmıştır. Kutsal ile bitirilen hesap görme'ye kesilmiştir. (İnsanoğlunun 'görme' ile arasının kesilmesiyle Batı'nın öğreti geleneği ile, 'görmeye kesilerek' batınî derinlikte merhaleler kateden Doğu'nun geleneği  arasında uçurum oluşmuştur.)

Görme üzerinden yapılan okumalar, sufi öğretinin temelini oluşturan kalp gözü etrafında odaklanır. Gözün, sembolik kozmolojik uzantılarının genişletilmesi ise onun güneşe benzetilmesi ile gerçekleşir. Kalp ruhun güneşi olduğu gibi, göz de bendenin güneşidir. Güneş ise gökyüzünün hem gözü hem de kalbidir. Bu temel çıkış noktası,  Doğu'ya atfedilen duyma/işitme/sözlü geleneğin aslında tam tersine temelde görme/gözleme/duyarlılık alanlarına daha yakın durduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Akıl, bütün ilahi dinlerin hitabettiği bir göstergedir. Bu nedenle aklı olmayanın öğretiden sorumlu olmayacağı vurgulanır. Bununla birlikte aklın, olduğu gibi kavradığı şeyi duyu verileri arasında yalnızca görme temsil eder. Görme ile akıl arasındaki ilişki onun mekansal bileşkelerinden kaynaklanır. Aklın işitme ile olan bağı da bu çerçevede akıl-göz ikilisine benzer, fakat statiklik açısından işitme zamansal bileşkelere sahiptir. Yani, işitme, birşeyin bize kendisini duyurduğu kadar bilgi edinilmesini sağlar. Halbuki görme, bir nesneyi, onun kendisini  bize gösterdiği kadar değil, olduğu gibi algılar. Bu nokta, görmenin kendi içinde batınî bileşkeleri de barındırdığını söylemeliyiz.

Kalp gözü kavramının akıl-göz ikilisinde oynadığı rol, batınî geleneğin temel öğretlerinden birisini oluşturur. Kalp gözü Tanrı'nın vechi gibidir ve her türlü belirlenme ve çift kutupluluktan müstağnidir.  Bu yönü ile kalp, Tanrı'yı gören bir kutup olarak insanoğlunun, alemin sırlarını keşfetmesinde, nesnel dünyayı algılayan gözü içselleştirmiş olarak görev yapar. Yani kalp zahiri anlamda zihin ve duyular aracılığıyla dünyayı, batınî anlamda ise Akıl aracılığıyla İlahi Gerçekliği görür. Antik çağ filozofları ile İslam filozoflarının birleştiği en önemli noktalardan biri olan kalp gözü ile görme, artık Tanrı'nın alemlerdeki ilahi işaretlerine seyehat etmenin tek yoludur.

HAL SAHİBİNİN KALP GÖZÜYLE MÜŞAHEDE

İnsanoğlu, yaratılışı gereği, ilahi sırlara ulaşma kapasitesine sahiptir. Batıni hal ve öğretiler bu kapasiteyi kullanmaya, geliştirmeye ve ilerletmeye yardımcı olduğu gibi, onu salt bir inisiyasyon süreci olarak görmemek gerekir. Nitekim İslam düşüncesinde hâl sahibi olanların ontolojik konumu, daima kâl sahibi (tasavvufi bilgi) olanlardan daha üstün tutulmuştur. Hâl sahibi olmak, müşahade ile metafizik alana dair olana şahitlik etmek demektir. Kâl sahibi ise ilmiyle ilahi hakikatlere ulaşır. Paradoks bilginin/bilmenin, şahit olmakla ya da müşahede ile olan ilişkisindedir. Bilme (bilgi) insanı müşahedeye götürürken, müşahedenin bilgiye ihtiyaç duymadan kalp -gözü- ile ve hatta daha da ileri giderek 'istemeyi istememekle' ilişkisi üzerinden gerçekleşir. Fakat istemeyi istememek de bir bilginin sonucu olması yönüyle paradoksu derinleştirir.

İbn-i Arabi'nin bu konudaki düşüncelerine baktığımızda onun, ruhi seyahatleri metafizik bilgi arayışı olarak gördüğünü anlarız. Ona göre bunu gerçekleştiren salik iki sınıftan oluşur.  Birinci sınıf, düşünce ve akıl yolu ile Allah'a doğru gidenlerdir ki bunlar filozoflardır. Arabi, filozofların salt bilgi ile hakikate ulaşmalarının mümkün olmadığını ve fakat yine de ruhi seyehatler için metafizik bilgiyi önceledikleri/talep ettikleri ve aradıklarını ifade eder.

Bilgiye ulaşma şekillerindeki karmaşa ve yalınlık sarkacında filozofların sapma ihitmalini not düşer. Yola akıl ile çıkılmıştır. Halbuki müşahedede önce teslimiyet gelir.

İkinci sınıf; nebilerin, resullerin ve seçilmiş velilerin oluşturduğu hakiki bilgiyi doğrudan alanlardır.  Bu sınıf, hakiki bilgi nedeni ile asla sapmaz. Onlar bizzat ilahi hakikat olan vahiy ile gözetilmişler sınıfıdır. Onların müşahedesi bilgi ile değil teslimiyet iledir.

Bir tasavvuf terimi olarak müşahede, Allah'ın alemlerdeki zuhur ve tecellilerini görme anlamına gelir. Sözcük anlamı, bir şeyi gözle görme, rü'yet, Hakke'l yakin hali, kendini kaybederek Hakkı bulma şeklindedir.

İsfehani, sözcüğe Müfredat'ta daha çok 'şahitlik' üzerinden açıklama getirmişse de, dikkati çeken bir husus olarak görmenin 'hazır bulunmakla' bütünleştiği gerçeğidir. Ş-h-d kökünden, göz veya basiretle görerek hazır olmak şeklinde açıklanan müşahede sözcüğü, şehadetin hazır bulunmakla ilintisini kurarak, görme ile hazır bulunma arasındaki bağa dikkat çeker. Öte yandan müşahedenin 'mutlaka olacak' tarafı için İsfehani 11/103'ten örnek verir. Hud 103'te 'gözlemlenmiş gün' olarak geçen kıyamet günüdür. Böylece kıyamet günü, 'gözlemlenmiş gün' olarak mutlaka vuku bulacaktır. Bu kesinlik diğer tüm 'müşahede' örnekleri için de geçerlidir.

Tasavvuf literatürü müşahedeyi dörde ayırır. Bu ayrım aynı zamanda ilahi hakikatlere ulaşma aşamalarını da gösterir. Birincisi gözün müşahedesidir. Gözle müşahede, görmenin hareket noktası olarak bir başlangıçtır. İkincisi kalbin müşahedesidir. Kalp gözü ile görmek, bazı sırların kalbe ayan olmasıyla eşdeğer derecede hakikate atılan adımda bir mertebedir. Basar'dan Basiret'e ulaşan yoldur. Diğerlerinde olduğu gibi her bir mertebe arasında ilahi hakikatlerin gizli olduğu nurlar bulunur. Üçüncü müşahede şekli ruhun müşahedesidir ki bu durum sırra ulaşmada kendini kaybetmenin kapısında beklemekle eşdeğerdir. Sırrın müşahedesi ise bir son nokta-ve asıl itibariyle hakikate yeni başlamak/yeniden başlamak- üzerinden bir zirvedir.

İbni Arabi'ye göre ise üç türlü müşahede vardır. Halkı Hakk'ta müşahede, Hakk'ı halkta müşahede ve Hakk'ı halksız müşahede. Nefsini arındırmak yolunda çile çekmeyenlerin  müşahede edilecek alemlere ulaşmaları imkansızdır.

Cüneyd-i Bağdâdi “Müşâhede, kalplerin safâsı vaktinde, ilâhî nurlar sayesinde idrak olunan gaybın tecellisinden ibarettir” ifadelerini kullanır.

Ebu Osman el-Mekki ise müşahedeyi ardarda çakan şimşeklerle meydana gelen aydınlığa benzetir. Ebu Osman, müşahedeyi tarif ederken, huzur, yakin ilmi ve bunun hakikatleri veyahut yakinin ziyadeleşmiş hali olarak görür.

Başlangıçta, Hak ile kul arasındaki perdelerin teker teker kalkıp ilahi tecellilerin temaşa edilmesi' anlamına gelen müşahede, daha sonraları ' melekleri veya ölülerin ruhlarını onların kabirdeki hallerini görme, gayba ait bazı hususları görüp onlardan haber verme' manasında da kullanılmıştır.

MÜŞAHEDENİN KALKAN PERDELERİ

Perdelerin açılması hususu tasavvufta, muhâdara, mükaşefe, ve müşahede şeklinde ele alınır.

Muhâdara, Hakkın zikrinin hakimiyeti altında olan kalbin O'nun huzurunda bulunmasıdır. Muhadara'da kişiye yol gösteren akıldır. Bu sınıfa İbn-i Arabi'nin filozofları dahil ettiğini ifade etmiştik.

Mükaşefe, Delillere ihtiyaç kalmadan kalbin Hakk'ın huzurunda bulunmasıdır. Kişi  Allah'ın sıfatlarıyla ünsiyet halindedir. Keşif onu ilahi hakikatlere götürürken, sıfatların ünsiyetiyle kurduğu bağ onu dış alemin meşguliyetlerinden de sıyırır. İlmine sarıldıkça keşfe açılır. İlmi onu Hakka yaklaştırır.

Müşahede ise hiç bir şüphe kalmadan Hakk'ın kalpte huzurudur. Cüneyd-i Bağdadî'nin deyimiyle kişinin kendini kaybederek Hakkı bulmasıdır. Müşahede sahibi, Hakk'ın vahdet deryasına dalmış olup, marifeti onu fena mertebesine Hakk'ta erimeye götürür.

Müşahede, fena cezbe ve vecd gibi tasavvufi haller içinde gerçekleşir. Salik nefsinden fani olup Hakk'ta baki olması nisbetinde bu hali yaşar.

Müşahede, insiyasyon neticesinde varılan bir yer olarak görülmekle birlikte, ona ulaşmanın yolunun bilgiden ziyade bilmekle kesiştiği üzerine tasavvufun kesin hatları vardır. Bu nedenle kişinin tasavvufi eğitim sürecinde girdiği yolda aldığı merhaleler, onun ancak arınması ve 'saf'laşması sonucunu doğurur. Hint mistisizminde ve eski Türk dini ritüellerinde olduğu gibi az yemek, az konuşma ve az uyku da arınma aşamalarının birer aracı olarak görülebilir.

Nefsin vardığı/aştığı/ulaştığı makamlara baktığımızda da buna benzer bir süzülmeyi saflaşmayı görürüz. Kişi bu yola girdiğinde Kur'an'da anılan nefs makamlarına yükselir. Buna göre arınmanın başlangıcındaki nefs; kötülüğe sürüklemesi hasebiyle Nefs-i Emmâre'dir (Yusuf, 12/53). İkinci mertebe, sürüklenen kötülük neticesinde kendini kınayan nefs yani Nefs-i Levvâme'dir. (Kıyamet, 75/2) Kendini kötülüğe meylinden dolayı kınayan nefs artık bir takım ilahi işaretlere açık demektir. Nefs-i Mülhime yani ilham ve keşf'e açık nefs bu mertebedir. (Şems, 91/7), Basiretin huzurunu bulmuş Nefs-i Mutmainne (Fecr, 89/27), ve huzurla razı olmuş nefis, Nefs-i Raziye (Fecr, 89/28), son aşamalara gelirken Allah'tan bu arınma neticesinde bir  karşılık bulan nefs olarak Nefs-i Marziye (Fecr, 89/28) makamlarına yükselir. Bütün bu aşamalardan sonra kişi son mertebeye, Nefs-i Kâmile (kemâle ermiş, bütünüyle arınmış nefs) mertebesine yükselir. Bütünüyle arınmış nefis, İlahi olanda erimiş yokolmuş nefistir.

HARİKULADE MÜŞAHEDE ALANLARI

Meşhur Hükmet'ül İşrak sahibi Sühreverdi'nin bu konudaki düşünceleri ise 'ışık felsefesi' çerçevesinde çok daha derin ve kozmolojiyi de içine alan bir içeriğe sahiptir. Fakat Sühreverdi'nin farkı onun  bu alanda, müşahede yollarını bir tek nedene 'Allah'a bağlılık ve sadakate' kilitlemesine rağmen, müşahede edilen ya da edilecek alemleri en ince detaylarına kadar anlatarak, müşahede alanlarını tahayyül etmemize verdiği olanaktır.

Sühreverdi ''Allah yolunda hakkıyla çaba gösteren ve karanlıklara (bedensel yetilere) boyun eğdiren kimse, bu alemdeki görülürleri, müşahadesinden tam tam bir müşahade ile en yüce alemin ışıklarını müşahade eder. Emredici ışık, Işıkların Işığı'nı ve hükümran ışıkları görür. Işıkların ışığı ve hükümran ışıklar da birbirlerini görürler. Bütün soyut ışıklar görür ve onların görmeleri bilmelerine değil, bilmeleri görmelerine racidir. Bu nedenle bilmeleri ve bilgileri suretle değil bilfiildir.'' der

FELEKLER

Sühreverdi'nin daha en başta görme üzerine yaptığı atıf, bizi yazının başında değindiğimiz felsefe- tasavvuf ilişkisindeki bilgi edinme yollarına götürür. Görme, Sühreverdi'ye göre İlahi ışıkların yansımalarından oluşan alemlerin sırlarına vakıf olmanın tek yoludur. 'İnsan ve diğer kamil hayvanlar için beş duyu yaratılmıştır. Bunlar, dokunma, tatma, işitme, koklama ve görmedir. En şerefli duyulurlar görmenin duyumladığı duyulurlardır.  Çünkü görme ile yıldızların ve diğer şeylerin ışıkları duyumlanır.' der.

Sühreverdi:''Felekler canlıdır ve onların yönetici ışıkları vardır. Bu ışıklar, maddeden soyutlanmış olan bir soyut ışıktır. Biz bu ışığa emredici/komutan ışı (İsfehbed) olarak isimlendiririz.' der ve ekler: Hükümran ışıklar içinde, yüce hükümran ışıklar ve suretsel hükümran ışıklar yani heykellerin efendileri vardır. Her heykel efendisinden(suretsel hükümran ışıktıan) bir yönetici ışık (feleklerin nefisleri) hasıl olur.'' Sühreverdi'nin Hikmet'ül İşrak'ında buna benzer sahneler oldukça fazladır. Nitekim kendisi de bunu anlatırken çokluğun niteliğini tasvirlere sığdırmak zorunda kalır. Esirî alemin harikuladelikleri ve felekler arasındaki ilişkiler öylesine çokturki onların tam ve kesin bir sayımına ulaşmak zordur. ''Sabit yıldızlar feleğinde ve bu feleğin ötesindeki başka feleklerde ve yıldızlarda bizim nüfuz ve idrakimize kapalı daha başka harikuladeliklerin var olmasına da bir engel yoktur. Çünkü esiri alemde hiç bir şey cansız değildir. Yüce yöntici ışıkların hükmü ve kuvveti, feleklere yıldızlar aracılığı ile ulaşır.''

YILDIZLAR

Yıldızlar konusunda derinlikli bilgi veren Sühreverdi: ''...yıldızlardan bedensel kuvvetler sudur eder. Yıldızlar, mutlak başkan olan kalp gibidirler. Güneş (Hûrakhş) yatay sıradüzenli ışıkların en yücesi olan Şehrîr'in tılsımıdır. Hûrakhş aydınlığı, şiddetli bir ışık olup, gündüzün yapıcısı ve gökyüzünün reisidir. Geceleyin görülen yıldızların ve diğer gezegenlerin toplamı karşılaştırılamayacak kadar Güneş'ten büyük olmasına rağmen gündüzü yapamazlar.'' açıklaması ile müşahede alanlarından, hem bilimin hem felsefenin hem de hikmet ehlinin sürekli atıflar yaptığı göğün kandilleri yıldızlara dair görüşlerini açıklar.

IŞIK ODASI SAKİNLERİ

İlahi alemleri müşahede sayesinde görülebilecekleri canlı tasvirlerle anlatan Sühreverdi, Allah'ın kendisi için çaba sarfedenlere sunacağı ortamları yine 'ışık felsefesi' üzerinden anlatır. ''Işık odalarının kapılarını samimiyetle ve sabırla çalan salikleri, Allah'ın ışıldayan melekleri karşılayacak, onları Melekût aleminin selamıyla selamlayacak, paklanmaları için üzerlerine parlaklık pınarından kaynamış sudan dökeceklerdir. Çünkü Yüceliğin Rabbi, Yolcuların parü pak olmasını sever. Basiret Kardeşleri, tesbihde ve takdisde birleşir ve devam ederler. Allah'tan korkar ve O'na boyun eğerler. Uzun uzun namaz kılarlar ve alemdeki mertebeleri düzene koyan Zat'ı anarlar. ... karanlıkların çocuklarından uzak dururlar. İzzet Ocakları Ashabı'yla gizli gizli sohbet ederler. Onlar Allah'a yakınlıkta Güneşi vesile, Güneş ve Ay'ı halife, beş gezegeni de taşıyıcılar kılan Allah'ı tesbih ederler. Feleklerdeki yıldızlar Allah'ın ışığından faydalanır aşağıdakileri de faydalandırırlar.'' Bu müşahedenin metafizik boyutları o denli derindirki, Sühreverdi bunu anlatırken, o anı yaşıyormuş gibi coşku içindedir.

SES: DENGENİN SENFONİSİ

Ses'in Söz'den de önce varolduğuna dair Antik çağ filozoflarının düşünceleri ile örtüşen İslam düşünürleri bu konuda felsefenin sınırlarını zorlamışlardır. İnsanoğlunun yatay-dikey bileşkelerindeki metafizik alanları Ses ile 'açan' filozoflar, ilahi sırların şifrelendiği alemlerdeki hakikatleri müşahede etmede eşsiz tecrübeler kazanan sufilerle benzer deneyimleri duyumsamış olmalılar. Sühreverdi'nin 'bizzat ben de yaşadım' dediği müşahede alanlarından birisi de sestir. ''Yönetici melekler, yöneticisi oldukları misaller için (bu alemden) tılsımlar alırlar. Yine zatıyla kaim misaller (melekler), tılsımların aracılığıyla konuşur ve görünürler. Bu cismani tılsımlardan, o misaller aracılığıyla zahir olan güçlü vuruşlar ve kavramalar tecrübe edilmiştir.  Orada akla hayale sığmayan acaip sesler vardır. Ne acayiptir ki, bir kimse bedenden sıyrıldığı anda bu sesi duyar ve o anda ona kulak verir ve hayalinin de o sesi işittiğini farkeder. Çünkü bu ses, asılı misalden gelmektedir.  İlahi vecd hali derinleşmiş ve sağlamlaşmış kimseler misal aleminde yükselirken hoş suretlerin bulunuduğu bir tabakadan diğerine geçmeden geri dönemez. Bu yükseliş ne kadar tam olursa, suretlerin müşahadesi de o kadar saf ve zevkli olur. Misal aleminin en yüce tabakasını da geçtikten sonra ışık alemine sonra da Işıkları'ın Işığı'na ulaşır.'' diyerek kendisinin de bunu bizzat yaşadığını okuyucuya duyurur.

ÖLÜM: BEDENSEL BAĞLARDAN KURTULMA RİTÜELİ

Sühreverdi, ölümü bedensel bağlardan yani karanlık berzahlardan kurtuluş olarak tasvir eder. Fakat ölüm yalnızca bu bağlardan kurtulma değil, aynı zamanda ilahi sırları müşahede etmenin de kapılarını açmaktadır. ''En büyük meleke, sayesinde karanlıklardan -bedensel bağlardan- sıyrıldığımız ölüm melekesidir. Yönetici ışık bu melekeyi elde ettiğinde de bedenle alakası kalmakla birlikte, ışık alemine çıkar ve hükümran ışıklara asılır. Orada kuşatıcı ve ebedi ışığın yani Işıkları'ın Işığı'nın celaline nisbetle bütün ışıksal örtüleri şeffafmış gibi görecektir. Bu makama yükselen yönetici ışık, Kuşatıcı Işık'a konulmuş gibi olacaktır. Bu gerçekten çok değerli bir makamdır. Platon bu makama dair tecrübesinden bahsetmiş, Hermes ve büyük hakimler de kendi benzer tecrübelerinden söz etmişlerdir. Bu şeriatin sahibi Hz. Muhammed (sav)bu makamdan bahsettiği gibi bedenden sıyrılmış başka kimseler de bahsetmiştir. Hiç bir çağda bu tür tecrübeler eksik olmaz.''

Mevlana'nın ise bu konuda Sühreverdi'ye yakın tasvirleri Mesnevi'de yer almaktadır. ''Gayb âleminin başka bir bulutu, başka bir yağmuru; başka bir göğü, başka bir güneşi vardır. O, ancak has kullara görünür. Diğerleri öldükten sonra tekrar yaratılıp diriltileceklerinden şüphe ederler. Gözlerini ayıp kılından arıt da gayb bağını, gayb serviliğini gör! Kulağından vesveseler pamuğunu çıkar ki, kainatın sesini duyasın.'' der.

Onun lirik seslenişinin satırlarında gizlediği kozmolojik denge, ancak müşahede yolu ile idrak edilebilir. ''Ey yiğit, gökyüzünü ayak altına al da, feleğin üstünden nağme seslerini işit! Bir nefesçik Allah güzelliğini görsen, canın da ateşlere düşer, vücudun da! Değirmenin dönüşünü ne vakte dek göreceksin? Başını çevir de hızlı ve coşkun akan suyu gör! Köpükleri gören onları sayar döker. Denizi görenin irade ve ihtiyarı kalmaz.
Şöyle denizin köpüğünü görüverdin mi hayran olman lâzım ki, denizi de göresin. İnsan, duygudan çıkmadı mı gayb âlemine tamamıyla yabancı kalır.'' Bir çok yanılgılı görüş eşliğinde Mevlana'nın tabiata ve nesnelere dair düşünceleri panteistik olarak yorumlanmıştır. Fakat, temelde ortak insanlık bileşkelerinde insanın kutsal ile kurduğu bağdan etkilenmeyen, ondan izler taşımayan hiç bir nesne olamayacağı gerçeğinden hareketle, herşeyde bir parça Cevher'in varlığı söz konusudur.

Müşahedenin bu nedenle önemi büyüktür. Cevher'in cüz'ünü harekete geçiren müşahede, bir metafizik deneyim olarak kendi parçasına olan yabancılığı bertaraf etmiş ve Sühreverdi'nin ifade ettiği 'karanlık berzahlar'dan kurtulmuş olur.

PLATON VE MÜŞAHEDE TECRÜBELERİ

Bir antik çağ filozofu olan Platon da keşf ve müşahadeye inanır. Onun: ''Bedenimden sıyrıldığımda ışıklı felekler gördüm.' sözü bölye bir müşahedeyi ele vermektedir. Sühreverdi Platon'un bu müşahedesi için: ''Onun sözünü ettiği felekler, bazı insanların kıyametlerinde müşahade edecekleri Yüce göklerin aynısıdır. Yeryüzünün bir başka yeryüzüne ve göklere dönüşeceği ve onların Bir ve gücüne karşı durulmaz Allah'ın huzuruna çıkacakları gün.

Platon, kimi hallerinde bedeninden sıyrıldığını ve soyutlandığını, zatında ışık ve parlaklık gördüğünü, sonra herşeyi kuşatan İlahi İllet'e yükseldiğini, sanki O'nun üzerine konulmuş ve asılmış gibi olduğunu, bu yüce ilahi makamda yüce ilahi aşkı gördüğünü ifade eden beyanlarda bulunmuş olmasıyla dikkat çeker.

Bu müşahade şu ifade ile son bulur: 'Fakat düşünce beni bu ışıktan perdeledi.'

(Platon'un İslam filozoflarına etkileri ve genel etkileşimler çerçevesinde Platon'un İdealar Dünyası tezi, onun yukarıda değinilen müşahedesi de dahil olmak üzere bir başka çalışmada ele alınacaktır.)

Müşahede, hakikat arayışında bir son bir nihai nokta değil belki bir başlangıçtır. Mevlana'nın: ''Herkes, gönlünün aydınlığı ve cilâsı nispetinde gaybı görür.'' ifadesinde varlık bulan bu deneyim, hikmetin kurnalarında yıkanmış, güneşinde iliklerine kadar ısınmış ruhlar için her daim bir ab-ı hayat sunmaktadır.

(2012 Aralık)

Diğer Yazıları