Menu
ŞİİRİN TOPRAĞINDA YÜRÜYEN BİR FİLM: YUMURTA
Deneme/İnceleme/Eleştiri • ŞİİRİN TOPRAĞINDA YÜRÜYEN BİR FİLM: YUMURTA

ŞİİRİN TOPRAĞINDA YÜRÜYEN BİR FİLM: YUMURTA



Yusuf isimli karakterin yaşamının belirli dönemlerine ışık tutan ve Semih Kaplanoğlu’nun “Yusuf üçlemesi” diye adlandırdığı filmlerin ilkidir Yumurta. Diğerleri Süt ve Bal. Filmlerin ana teması, Yusuf karakterinin, çeşitli yaşlarda annesiyle yaşadığı anne-oğul ilişkisidir. Yumurta; olgunluk çağındaki Yusuf’un annesinin ölümünden sonra, doğduğu kasaba olan Tire’ye dönüşünü ve orada kendini yeniden keşfedişini konu ediniyor. Süt; aynı karakterin gençlik döneminde annesinden ayrılışını, Bal ise yine Yusuf’un çocukluğunda babasının ölümüyle beraber annesiyle baş başa kalışını ele alıyor. Dolayısıyla kronolojik olarak değerlendirilirse Yumurta serinin son filmidir. Semih Kaplanoğlu üçlemeye son filmden başlama nedeni olarak bir tür geriye dönüş gerçekleştirmek olduğunu belirtmektedir. Yani şimdiki zamanda yaşanılan şeylerin geçmiş ile olan bağını yakalamak, algılamak ve keşfetmek için izleyicinin zihin jimnastiği yapmasını sağlamak arzusundadır yönetmen.

Yusuf şairdir. Kendini anlamlandıran değerlere genç yaşta sırt çevirmiş ve annesini terk ederek şehre yerleşmiştir. Burada bir şiir kitabı çıkarmasına rağmen şairlere özgü kendini bir yere ait hissedememe duygusunu yoğun bir şekilde yaşamaktadır. Film; vefat eden annesinin bıraktığı izleri -istemeyerek de olsa- süren Yusuf’un köklerini keşfetmeye doğru yolculuğa çıkmasıdır aslında. Yusuf ismi yönetmenin bilinçli bir tercihidir zira filmde Hz. Yusuf’un kıssasına dair çeşitli göndermeler de mevcut

Filmin şiir ile kurduğu bağ elbette ki ana karakterin şair oluşu değildir. Tanpınar’ın “şiir söylemekten ziyade bir susma işidir” sözüne istinaden filmi taşıyan unsurların diyalogdan çok sessizlik, birtakım metaforlar ile sağlanan derinlik ve minimalist bir bakış açısının hâkimiyetidir onu şiirselleştiren. Şiir nasıl ki sözcüklerin itinayla terkip edilmesiyle beraber imgeler oluşturmak suretiyle hakikati ve estetik bütünlüğü aramanın ürünü ise bu film de metaforlar yardımı ile seküler gibi görülen bir hayatın arka planını hissettirme, görme çabasına denk düşmesi ile şiirin engin coğrafyasından bir nefes sunmaktadır izleyiciye.

Film de başlı başına bir metafor olarak kullanılan yumurta; kırılganlığın ve anlamlı bir varlık olarak temayüz edebilmek için anneye olan muhtaçlığın simgesidir. Kasabaya dönen Yusuf, annesine sağlığında hizmet etmiş olan akrabası Ayla ile karşılaşır. Ayla annesinin Yusuf’a bırakmak istediği bir miras hüviyetindedir adeta. Annesini defnettikten sonra hemencecik şehre dönmek isteyen Yusuf’u “yarın gidersin” diyerek ilk durduran Ayla’dır. Yusuf gidemez bir türlü. Sonra çocukluk arkadaşıdır onu alıkoyan en sonunda da bir köpektir bütün gece yanından uzaklaşmayarak onun gitmesini engelleyen. Banyoda aynanın önüne paketi açılmamış bir diş fırçası bırakarak oğlunun vefatına geleceğini öngören anne, geldiğinde ona dokunacak, onu bırakmayacak şeyleri yakınında tutarak Yusuf’un kabuğunu kırmasına vesile olacaktır.

Kuyu, Yusuf’un rüyasında içinden çıkamadığı bir yer olarak görünüyor filmde. Adeta Yusuf’un yazgısını temsil eden bir çağrışımdır bu. Kasaba onu kendine çekiyor, kaçmak istese dahi yazgısı bırakmıyor, ki bunun en önemli göstergesi filmin sonuna doğru izlediğimiz köpek sahnesidir. Yusuf bir akşamüstü kasabadan kaçmak isterken bir köpek önünü keser ve bütün gece onu bırakmaz ta ki Yusuf yazgısını kabullenip de yönünü kasabaya çevirene dek. Annesinin vefatına ağlamayan Yusuf burada gözyaşlarına hakim olamaz, kaderine teslim olup içini döker adeta. Yusuf’un kuyudan çıkıp selamete kavuşma şansını burada yakaladığını söyleyebiliriz. Köpek nefsi sembolize etmektedir. Nefsi Yusuf’u esir almıştır ve ondan kurtuluşu ancak yönünü kendi değerlerine çevirmesi ile mümkündür. Bu metaforun Semih Kaplanoğlu’nun hayatında ayrıca bir gerçeklik yönü de bulunmaktadır. Bir röportajında bu konuyla ilgili olarak; Kapadokya’da bir akşam dağda kaldığını, karşıdaki çadırların yanına giderken araya bir sürü girdiğini ve bir kangal köpeğinin aynen filmde olduğu gibi onu durdurduğunu ve sabaha kadar bırakmadığını, ne zaman kıpırdasa harekete geçtiğini, onu bir türlü bırakmadığını belirtiyor.

Yine bir röportajında sarfettiği “Nihilizmin yok ediciliğine karşı sinema yapmaya, insanın manevi açlığına dönük ve varlığı hatırlatıcı yönde adımlar atmaya çabalıyorum. Yalnız sinematografik anlamda değil her anlamda beslenme kaynaklarım, felsefe, resim, sinema, din ve edebiyattır.” cümlesiyle Kaplanoğlu hem misyonuna hem de bu filme dair önemli bir ipucu vermektedir bizlere. Filmde kullandığı metaforlar felsefi derinliğe işaret ederken sabit kamera ile uzak planlar çekmesi ve ayrıntılara odaklanması yönetmenin resim sanatı ile olan bağını göstermektedir. Ayrıca insanın gündelik hayatında yaşadığı veya yaşanma ihtimali olan, önemsiz gibi görülen küçük şeylerin arka planında bulunan ilahi gücün varlığını filmde başarıyla yansıtarak sinemada manevi/mistik alanı ötelememiş, geleneksel Yeşilçam sinemasının aksine bunu gerçeklik boyutuna taşımıştır. Bütün bu öğeleri içinde barındıran Yumurta filmi, bittiğinde damakta kesif bir şiir tadı bırakıyor. Filmin durağan ama aynı zamanda uyumlu ilerleyen ritmi, birçok sahnede sözden ziyade halin doğal bir şekilde resmedilmesi ve böylelikle derdini izleyiciye anlatma çabası gibi özelliklerinin yanında filmin başlangıç ve bitiş sahneleri şiirselliği besleyen durumlar olarak karşımıza çıkmakta. Film, annenin bir yol üzerinde uzun süre yürüyüşü ve gözden kayboluşu ile başlıyor, kaderini kabullenip kasabaya geri dönüş yapan Yusuf’un mutfakta otururken Ayla’nın ona kümesten getirdiği yumurtanın kahvaltı masasında yerini alması sahnesi ile sona eriyor. Bu son sahneyle beraber yumurta, gıda olma payesine ulaşıyor ve şiir ile olan bağını güçlendiriyor.

Şehir ile taşra hayatı arasındaki tezatlıkları filmin içerisine ustalıkla yerleştirerek bir nevi günümüzde yaşanan insani dönüşümün kodlarını açığa vuran yönetmen, Yusuf karakteri üzerinden modernizmi hedef alıyor almasına ama dönüşümün aslında taşrada başladığının da işaretlerini gösteriyor bizlere. Yusuf’un kasabadan ve annesinden kaçıp da şehirde yaşamayı seçmesine giden süreci, üçlemenin diğer filmlerini izlediğimizde ancak daha sarih bir çerçeveye oturtabiliriz kanaatindeyim. Lakin bu kaçışa rağmen Yusuf, şehirde modern bir birey olmayı başaramamış, tutunamamıştır. En nihayetinde bir kıvılcım ise yüreklendiren ateşi, Yusuf’un da yanmaya ihtiyacı vardır. Mahzun yüzü, sabrı ve sadakati ile mizacında taşraya ait motifler barındıran Ayla, film ilerledikçe şairin ocağına bir kıvılcım düşürüyor ve onun ruhuna acı veren hisleri sağaltıyor böylelikle.

İyi bir şiir ile iyi bir filmin ortak noktası; insanı ansızın keşfedilmeyi bekleyen bir iklimin kıyılarına savuruyor olmalarıdır. Kendilerini ele vermezler. Okundukça ve izlendikçe, sahip oldukları anlam derinliğini farklı damarlardan besleme istidadı taşırlar. O vakit şiir ve film serpilir, yükselir ve bereketlendirir zihinleri. Semih Kaplanoğlu’nun Yumurta filmiyle resim, felsefe, şiir, din gibi insanın ruhuna temas eden noktaları harmanlayıp izleyiciye ikram ediyor olması, onun sinemamız için yeni bir yön arayışını hareketlendirme amacı güttüğünü gösterir. Tür olarak sanat filmi adı verilen bu filmler alışılagelmiş görsel öğeleri içermiyor olsa da, insanın doğallığını tüm boyutlarıyla resmetme başarısı gösteriyorlar. Sanat filmi vasfını bünyesinde biçimlendiren Yumurta filmi de çeşitli dallarda aldığı ödüllerle başarısını tescilliyor ve cisimleştiriyor. İnsana dokunan her eser gibi “Yusuf Üçlemesi” filmleri de şiir toprağındaki bitimsiz yürüyüşüne ortak olmaya davet ediyor bizleri.