seni süt içmeye çağırıyorum parmaklarımdan
kara yılan kara yılan kara yılan kara yılan
Sezai Karakoç
Semih Kaplanoğlu’nun “Yusuf Üçlemesi” serisinin ikinci filmi olan Süt; ana karakter Yusuf’un yaşadığı kasabada annesi ile olan ilişkisindeki kırılmalara ve şair ruhuna sahip olması hasebiyle maruz kaldığı çevresel baskılara vurgu yapan bir film. Kültürel ve sosyal dönüşümün aslında taşrada başladığına dair Yumurta filminde verilmiş olan işaretler bu film ile sahici bir zemine kavuşuyor. Gelenek ve modern arasındaki çatışmanın alt metnini filmde taşranın değişimi üzerinden okutmayı başaran yönetmen bu çatışmanın izlerini Yusuf karakteri üzerinden onun ruh dünyasında yaşadığı gelgitler ve çevresel etkilere karşı uyumsuzluğu, belirsizliği, eylemsizliği vasıtasıyla yansıtıyor ekrana. Süt; Yusuf’un doğduğu yerden, annesinden kopuşunu yani sütten kesilerek ergenliğe adım atışını ve artık bir birey olarak yaşamını sürdürmesi gerektiğini anlamasını işaret ediyor.
Yönetmenin filmin girişinde kullandığı “yılan” ve “süt” metaforunun mitolojik ve dinsel bir arka plan taşımasının yanında, filme güçlü bir imge ile başlamayı tercih etmek suretiyle izleyicinin film içerisinde gelişen olayları anlamsal olarak hep o ilk sahneye bağlama temrinleri yapmalarını sağlayarak bilinçlerini diri tutmalarını ve böylelikle onların filme odaklanmalarını hedeflediğini söyleyebiliriz. İlerleyen sahnelerde de ortaya çıkan yılan ayrıca Yusuf’un benliğinde taşıdığı cinsel dürtüye de karşılık gelmektedir. Nasıl ki yılan sütün kokusuna geliyorsa Yusuf’ta hatırlanacağı üzre Yumurta filminde tekrar doğduğu yere dönüyordu ama onu orada tutan Ayla’nın varlığı ve ilgisi oluyordu. Süt ise Yusuf ve annesinin sütü apartman katlarında yaşayan ailelere ondan yaptıkları peynirleri de kasabanın pazarında müşterilere satmak suretiyle geçimlerini sağladıkları, yumuşaklığı ve bir yönüyle de geleneği imleyen bir kaynak niteliğine sahip. Filmde taşranın dönüşümü kendini hissettirdikçe süte olan rağbet yerini insanın modernlik karşısında aldığı yenilgiye bırakıyor ve bu yenilgi Yusuf’un kendine bir değer kazandırma kavgasında onu sarsıyor bir nevi...
“Yusuf Üçlemesi” filmlerindeki ana karakter olan Yusuf ruhunda şairlik istidadı taşıyan birisidir. Yumurta filminde Yusuf, taşraya dönmesinin akabinde gelişen olaylarla iç dünyasında yaşadığı gerilimi sağaltırken, Süt’te ise kadınlarla olan iletişimindeki aksaklık, eylemsizlik ve çekingenlik halinin ve annesi olan ilişkisindeki kriz döneminin şiirsel bir dille ekrana yansıtılması aracılığıyla onun iç dünyasındaki şairlik istidadından doğan gerilimin kodları açık edilmektedir. Köprü üstündeki modern görünümlü kız ile muhabbet kuramaması, geri çekilmesi, kendini tanımlama çabasında annesinden bir türlü takdir görememesi, hastalığı dolayısıyla askere alınmaması ayrıca annesinin istasyon şefi ile arasındaki gönül ilişkisini fark ettikten sonra annesinden uzaklaşması ve artık bir birey olarak ayakta kalmayı başarması gerektiğini anlaması ve ertesinde gidip arkadaşının çalıştığı inşaat şantiyesinde çalışmaya başlaması... tüm bunlar Yusuf’un yaşadığı gerilimlere, sancılara kaynaklık eden gelişmelerdir. Süt filmi, içeriğindeki karşıtlıkların meydana getirdiği kurgusal döngü ile aslında bir şairin taşıdığı sancılardan neşet eden şiir işçiliğine dair sabırlı bir yürüyüşe eşlik etmemizi istemektedir bizlerden.
“Yumurta” ve “Süt” filmlerinin ortak özelliği yönetmenin her iki filmde de asgari düzeyde diyaloglara yer vermesidir. Duygu ve anlamı gerek karakterlerin mimiklerine, tavırlarına gerekse de doğaya ait seslerin ritmine yüklemesi ve bu minvalde minimalist bakış açısının kazandırdığı şiirsellik her iki filmin de şiir ile kurduğu bağı yansıtmaktadır. Bunun yanında ben her iki filmin şiir ile bağının bizatihi Yusuf karakterinin yaşamöyküsü ile temayüz etmekte olduğunu düşünüyorum. Yusuf’un yaşamı bir şiirin kalbe doğması, gelişmesi ve kemale ermesi gibi düşünülmüş adeta. Yumurta’da Yusuf annesinin ölümü ile doğduğu kasaba olan Tire’ye geri dönüyor ama her ne kadar şehre geri dönmek istese de onu oraya bağlayan sebeplerin varlığı şehre dönüşünü engelliyor. Kasabada kaldığı süre boyunca kendi değerleri ile barışıyor ve ruhundaki gerilimi, krizleri tedavi ediyor. Yusuf’un yaşamındaki bu dönem tıpkı işçilik sonrası bir şiirin bitirilmesi, olgunlaşması vaktiyle benzerlik arz ediyor. Süt ise şiirin işçilik çalışması yapıldığı döneme denk geliyor. Bu fikre ulaşmama neden olan etmenlerden bir tanesi de filmin finalinde Yusuf’un bir inşaat şantiyesinde işçi olarak çalışmaya başlamasıdır. Şairin Süt filminde yer alan tutunamayan hali, eylemsizliği, kayıtsızlığı ve şiirinin bir edebiyat dergisinde yayınlandığını gördükten sonraki mutluluğu, coşkusu, ayrıca annesinin gönül ikliminde yaşamaya başladığı yeni heyecanlarının akabinde onunla arasındaki bağın kırılmaya uğraması, ondan kaçışı gibi yaşamına dair kesitlerin hepsi, bir şiir işçiliğinin titiz, sabırlı ve gergin sürecini izleyiciye dolaylı yoldan aktarabilmesi açısından önemlidir. “Yusuf Üçlemesi”nin üçüncü filmi olan ve Yusuf’un babasının ölümüyle çocukluk çağında annesi ile baş başa kalışının anlatılacağı “Bal” da ise yine minimalist sinema diliyle muhtemelen bir şiire ait duygu yoğunluğunun kalbe doğmasına ve oradan bazı kırık dökük mısraların doğmasına yol açan şiirin başlangıç evresini kapsayan ruhi yolculuğa ilişkin algı başarıyla kotarılacaktır inancındayım.
Süt filminde taşranın dönüşümü ile kendini iyiden iyiye hissettiren şehir-taşra çatışmasına dair unsurlar Yusuf’un haletiruhiyesinde de şiirinin çatısını kurması açısından ona bir imkan sağlıyor. Yusuf’un yaşamı bir şiire karşılık geliyor demiştik dolayısıyla filmde varolan çatışma şiir işçiliği esnasında bir şairin kelimelerle, mısralarla, şiirin yapısı ile yaşadığı cedelleşmeyi andırırken şiirin hangi ırmak boyunca akmasını istediğine dair ipuçlarına da götürüyor şairi. Yönetmen filmin sonunda şairi modernliğe hizmet eden bir birey olarak karşımıza çıkarıyor. Modernliğe bir şekilde bulaştırıyor olmasına rağmen onu Yumurta filminde taşraya geri göndererek kendi özüyle barıştırması, aslında Kaplanoğlu’nun modern öğeleri ötelememek kaydıyla geleneğe sırtını dayadığına delalet ediyor diyebiliriz.
Semih Kaplanoğlu, filmlerinde geleneksel motifleri ve metafizik kavrayışı kurguya titizlikle dahil edebilen bir yönetmen. Bu yönüyle aynı sinema anlayışına sahip diğer yönetmenlerden ayrılıyor. Ayrıca birtakım semboller kullanmak suretiyle hikayeyi farklı bir yöne kaydırma dinamiği kazandırabiliyorsa da filmlerine, bu durum filmin döngüsünü zihni tırmalar niteliğe getirmiyor. Yumurta filmindeki köpek sahnesi sonrasında Yusuf nasıl ki kasabada kalmaya karar veriyorsa Süt filminde de Yusuf yakaladığı balığı annesine getiriyor ama o esnada annenin sevdiği adamın avladığı yaban ördeğinin tüyünü içtenlikle yoluyor olması sahnesi sonrası Yusuf annesinden ümidi kesip kendi başının çaresine bakma yolunda karar kılıyor ve arkadaşının çalıştığı inşaat şantiyesinde işçi olarak çalışmaya başlıyor. Köpek ve balık sembollerinin kullanıldığı sahneler filmlerin dönüşümünün başladığı zamana tekabül ediyor. Köpek nefsin sembolü iken balık kıskançlığın sembolüdür değerlendirmesini yapabiliriz.
Kaplanoğlu’nun, bahsettiğimiz filmlerindeki hikaye ve tempo seyrini; diyalogların sürekliliği, karakterlerin hareketliliği ile değil de o an ki resmin izleyiciyi içine çeken kadrajı, doğadaki seslerin sahneye uyumu ve karaktere yüklenen tavırların doğallığı gibi faktörleri ölçüt alma yoluyla belirliyor oluşunu göz önünde bulundurarak kendisinin “Şiirsel Sinema” konseptinin koordinatları dahilinde gezinme yaparak Türk sinemasına taze kan pompalıyor olduğunu memnuniyetle belirtmemiz gerekir. Her ne kadar bu türden filmlere rağbet edilmese de yönetmenin çok kişiye ulaşma adına ve ticari kaygılarla niteliksel açıdan ucuz ürünler verme derdinde biri olmadığını kolaylıkla okuyabiliyoruz. Yaptığımız değerlendirmelerin sonunda, görünen alemin ötesini algılama adına gerçekleştirilen temrinlerin sinema ile karşılaştığı kavşakta ortaya çıkan eserler izleyici de kesif bir şiir tadı bırakıyor hükmünü verebiliriz.