Malı değildir kesinlikle.
Çünkü mülkiyeti kabul etmez şiir; şairin mülkiyetini bile.
Diğer sanat dallarına ait eserler, her zaman aidiyet ilişkisiyle değerlendirilir. Özdeşleşme vardır bir bakıma; eser sanatçıyı, sanatçı eseri çağrıştırır çoğu zaman. Bu çağrıştırmanın tekil ya da çoğul boyutta olması bir şey değiştirmez. Örneğin; Mimar Sinan dendiğinde en kulaktan dolma bilgiye sahip olanlar dahi, ona ait bir eser söyleyebilirler. Resim için de böyledir, müzik için de. Oysa şiir söz konusu olduğunda aynı durum geçerli değildir. Şairler, öncelikle düşünceleriyle veya yaşam biçimleriyle tanınır, bilinir. Yani şair, şiirinin önüne geçer hep. Hatta kimileyin bile isteye örter şiirini. Şiirini örttükçe kendini cilalamış olur şair. Şairin kendine duyduğu bu narsistik sevgi, şiirinin geri planda kalması için yeterlidir.
Şiir mi şair mi, dendiğinde şiirden yana olmalı tavrımız. En başta şairin tavrı elbette. Ama görüyoruz ki hiç de öyle değil. Hem şairin kendisi için böyle bu hem de şiirseverler için. Ama neden?
Görünen o ki; şiir, bir iktidar aracıdır. Biliyorum, bir genelleme bu. Ve genellemeler, her zaman yanılma payı içerir. Bütün yanılma riskine rağmen; şiirin bir iktidar aracı olduğunu yinelemek durumundayım. Hemen belirmeliyim ki, kişisel algımdan değil, gözlemlediğim genel algıdan bahsediyorum. En ünlüsünden en yenisine pek çok şairde gördüğümüz bir tezahür bu. Şiirine toz kondurmaz tavır takınmak, şiirle yakınlığını tanışıklık zamanıyla eşleştirmeye kalkışmak, her yazdığı metnin illâki şiir olduğu kanısını taşımak, kutsal metin îrat ediyormuş havasıyla üst perdeden konuşmak, balmumu kulesinden bulutlara doğru sıkça kanatlanmak… vesaire, vesaire. Kolaylıkla çoğaltılabilir sözünü ettiğimiz algıyla örtüşen davranış biçimleri. Peki, şair daha olgunca bir tavır sergilemesi gerekirken bu çiğlik nedendir? Hiç uzatmadan söyleyelim: İktidar algısından işte. Başka ne olabilir? Şiir, varoluş kaygısıyla değil de görünüroluş itkisiyle algılanırsa başka nasıl bir görüntü çıkar ki ortaya. Şiirle uğraşan pek çok kişinin bu olumsuz manzaranın bir parçası olduğu yadsınamaz bir gerçek. Bu manzaraya okuyucunun katkısını da unutmayalım ama. Şeyh uçmaz mürit uçurur, düsturundan hareketle, okuyucunun epey şairin kanına girdiğinden bahsetmek mümkün sanırım. Aslında karşılıklı bir gönüllülük var ortada. Okur, şairin beklentisine; şair de okurun beklentisine göre hareket ediyor bir bakıma. Sorsanız, hiç de kabullenilmez oysa. Ama önemli olan görünen değil mi? Popüler olmak, öyle kolaylıkla sırt dönülecek bir durum değil zira. Sanatçılar için tam bir gayya.
Demek ki; şiiri bir iktidar aracı olarak görmek, bir çeşit mülkiyetçi anlayış tezahürü. Aslında şiire dönük her türlü nemalanma çabası aynı kapsamda ele alınabilir. Yani her kim, varoluş algısı dışında, şu ya da bu sebeple şiirden bir şeyler umuyor yahut ona bazı misyonlar yüklüyorsa bütün yapıp etmeleri kendine dönüktür; bir çıkar gözetiyordur kısacası. Şiir, bunu kaldıramaz. Başka bir şeyden değil; tabiat uyuşmazlığından sadece.
Öyleyse ne yapmalı?
Kestirmeden söyleyelim: Şiire, iktidar algısına dayalı bir mülkiyetçi zihniyetle yaklaşılmamalı. Öyle ki, bu yaklaşım, şairin şiir üzerindeki tasarrufunu da içermeli. En başta söylemiştik hani: şiir, şairin malı değildir. Malı olmadığı için, şiir üzerinde keyfî tasarruf hakkına da sahip değildir şair. Hele şiir okuyucuya ulaştıktan sonra. Şiir okuyucuya ulaşmadan tasarruf hakkı şairindir elbette; ama yine de malı değildir şairin. Şiir, şairin malı değilse, şairin ilelebet onun üzerinde tasarruf hakkı da yoksa, soruyu tekrar sormamızda yarar var: O halde şiir, şairin nesidir?
Yazıya başlarken, bu sorunun cevabını, olmazlar üzerinden tartışmaktı niyetim. Fakat görüntüyü daha bir yakınlaştırmak ve sabitlemek gerekiyor sanırım. O zaman yakınlaştıralım ve sabitleyelim: Şiir, şairin nesidir, demiştik değil mi? Evet. İşte cevap: şiir, şairin ‘yakîni’dir.
Böyle bir belirleme yapabiliriz kanımca. Her ne kadar, yakınlarımız üzerinde tasarruf hakkına sahip olduğumuzu düşünsek de meselenin öyle olmadığı açıktır. Onları keyfimizce şekle şemâle sokamayacağımız gibi; onlarla aramızda sahip-mal, yani mülkiyet, ilişkisi de yoktur. Öyleyse, şairlerin şiirlerinde olur olmaz değişiklikler yapmaları, kelimeleri, dizeleri değiştirmeleri, hatta yıllar sonra eklemeler-çıkarmalar yapmaları, daha vahimi kimi şiirleri- ve dahi kitapları- reddetmeleri de ne demek oluyor? Önce şairler anlamalı demek ki, şiirin ne olduğunu; ya da şair olduklarını söylemekten vazgeçmeliler tez elden. Ta ki bu çarpık, bu hastalıklı zihniyetten kurtulana değin. Öte yandan okuyucuya da hakarettir bu keyfilik. Düşünün; okumuş, o haliyle beğenmişsiniz bir şiiri, hatta çok çok benimsemişsiniz; bir de bakıyorsunuz, sadece sizin değil başkalarının dazihinlerine kazınmış kelimeler-dizeler yok olmuş, zorlama misyona rüsva edilmiş şiir. Yahut ideolojik takıntının yavanlığına teslim edilmiş.
Ne diyelim? Gülünç olmayı seviyor insanoğlu; hele şiire bulaşmışlığı olanlar. Kan çekiyor sanırım.