Kaçış nereye?
Nereye kadar kaçabiliriz kendimizden?
Ne kadar unutabiliriz unutmaya azmettiklerimizi?
Unutmaya azmettiklerimiz, kendimizden ve kendi hayatımızdan başka bir şey mi ki?
Evet, nasıl unutabiliriz kendimizi? Ve hayatımızı…
Bu ne cüretkâr bir tavır!
Cüretkâr olmaya epey cüretkâr da, bir tavır mı acaba?
Hayır! Tavır olmasa gerek.
Kendi hayatımızı unutmaya dönük bir cüretkârlık, tavır olamaz.
İnsan hep cüretkâr değil midir aslında. Başına her ne geliyorsa sebebi yine kendisi, yani cüretkârlığı.
Hele bir de ‘unutmak’ eklenirse buna.
Unutmayı unutmak mümkün değil elbette. Lâkin hatırlamayı hatırlamak da hiç unutmamamız gereken küpe olmalı.
O halde ne yapmalı, ne etmeli de tevarüs ettiğimiz bu cüretkârlığımız ve nisyanımızla kendimizden kaçar hale düşmeyelim?
Cevabı kolay bir soru değil bu. Hem de hiç kolay değil.
Yine de deneyelim.
Kendimizden kaçmak, en kolay yapabildiğimiz aslında yaptığımızı sandığımız şey. Kendimizden kaçtığımız zaman hayattan kaçmanın kapısını da açmış oluyoruz; hem de ardına kadar.
Hayattan ve kendimizden kaçmak, menfaatimize olmadığını düşündüğümüz bir durumdan veya bize zarar vereceğini varsaydığımız bir nesneden ya da varlıktan kaçmaktan farklı bir kaçış. O tür kaçışta bizi kovalayandan bir şekilde kurtulma şansımız var. Herhangi bir sebep bizim kurtuluşumuza vesile olabilir. Önemli olan o vesileye tutunmayı bilmek yahut onu elimizden kaçırmaktır. Bu deneyim ve kanıksama itkisiyle olsa gerek, kendimizden kaçtığımız zaman da bizi bunaltan her ne varsa tümünden kurtuluvereceğimizi sanırız. En önce böyle bir kaçışın mümkün olduğuna inanırız. Aslında kendimizi kandırırız. Ama kendimizi kandırmadığımıza inanarak, daha doğrusu inanmış gibi yaparak. Oysa hep bir kandırmacadan ibaret hayatımız. Unutmaksa, kandırmacanın başı - sonu, her şeyi.
İşte hatırlamayı hatırlamak yani unutmamak için her daim sormak ve sorgulamak eylemi içerinde olmamız elzem.
Sanılır ki sormak ve sorgulamak dışa dönüktür. Tam aksine her iki eylem de içe dönüktür. Üstelik özseldir her ikisi de. İçsel olanı gerçekleştirmeden dışsal olana koşmak bir kaçıştan başka ne olabilir ki? Sorulardan neden hoşlanmıyoruz, dersiniz? Peki ya, bir işin ayrıntılarının sorgulanması bizi niçin rahatsız eder?
Nerede soru ve sorgu varsa orada olmamaya özen gösteriyoruz. Birkaç soru peşpeşe gelse hemen saldırıya geçiyoruz, ne o sorguya mı çekiyorsun, efelenmesiyle. Kısacası, hiç mi hiç hoşlanmıyoruz sorgu-sual hallerinden. Öyle ki ölümle gerçekleşeceğini düşündüğümüz sorgu-sual durumuna bile cevaplarımız şimdiden hazır, ezberlenmiş şablonik ifadeler biçiminde.
Kendimizi ve hayatı en başından ve en küçük ayrıntısına kadar sorgulamanın, kendimize çetin sorular sormanın hatta kimi sorulara tatminkâr cevaplar bulamamış olmanın hiçbir hiç bir olumsuz etkisi yok oysa. Asıl tehlike sorudan ve sorgudan kaçmakta.
Kim olduğumuz, bu dünyada neden bulunduğumuz soruları, cevapları ezberden bir çırpıda veriliverecek sorular değil bence. Kim ki, bir anda hazır cevaplar veriyorsa bu sorulara hayatın mahiyetini lâyıkıyla kavrayabilmiş değildir. En azından, bütün verileriyle her an sorgulanan bir hayata değil; paketlenmiş bir yaşantıya ilişkindir tüm yönelimi.
Soru ve sorgu yoksa neden iyi ve kötü var?
Neden mükâfat ve ceza?.. Cennet ve cehennem?..
İlk soruyu kendimize soramıyor, buna cesaret edemiyorsak hayatın ne’liğine ilişkin bir cevabımızın olması mümkün değildir. Varsa eğer, yakıcı bir yanılsamanın cüretkârlığıdır bizi cesaretlendiren.
İşte o kışkırtıcı soru: Ben kimim?
Kışkırtıcı olduğu kadar sakinleştirici bir soru aynı zamanda. kaderi seyreyleme azminin eşiği çünkü.