Manası melekler şehri olan beldede, bir seyyah-ı fakir edasıyla etrafı seyrederken, dünyanın öbür ucunda olmanın ne menem bir hal-i hazin olduğunu anlamıştım. Yabancılığım, sırtımdan çıkarmadığım bir elbise gibi kuşatırken ruhumu... Keşiflerin iç gıcıklayan nefesiyle irkildim. Duyduğum... Seyrettiğim... Ve okuduğum ülkenin... Şimdi kâşifi olmakla meşgul idim. Vatan, Türkçemin dilimde bıraktığı o tarifsiz tattan ibaretti.
Yahya Kemal’in Endülüs’te Raks’ı yazarken yüreğinde duydukları... Şimdi bu alışık olmadığım halet-i ruhiyede, özümün koltuk değnekleriydi. Havaalanının önündeki bekleyişimde, nikotine buladığım zamanların eteğinden bir efkâr süzülüyordu. Ne söylesem azizim? Hasretin bıçağıyla, ruhumdaki hüzün acımasızca yüzülüyordu...
Kolomb’dan beri bu kıtaya ayak basanların ne düşündüklerini bilemem... Ama Amerikalı diyerek tanımladığımız insan tipinin derununda bir “megalomani” yattığını fark etmem için ilk birkaç dakika yeterli oldu. Geniş caddeler... Kaba saba... Hatta şehir hayatı için “dev” tabir edebileceğimiz arabalar... Kurallar... Ve hayatı görünmez bir kafes içinde yaşar gibi yaşayan donuk çehreler...
Kaliforniya akşamında, biten bir günün telaşıyla yüzleştiğimde... Uzayıp giden yollarda, karınca sürüleri gibi ilerleyen arabaların yorgunluğu çöreklendi içime... Güneşin batışından ilham alan yüreciğim hasret üzerine bambaşka bir tefekküre soyundu... Aslında... Yaban elde bir seyyah olmanın manası... Çelik çomak kadar pürüzsüz... Çocukça bir oyundu...
Bizi taşıyan vasıtanın sürücüsü... Artık Amerikalı olmuş gayrimüslim bir Türk’tü... Ne yalan söyleyeyim... Anadolu’dan uzak kalmanın insanda ne gibi değişimler yaratabileceği hususunda ruhum ürktü! Mutasyona uğramış kültürlerin avucunda ne kadar sağlam bir gelenekten geliniyorsa gelinsin... Toprağın sele dayanması kadar bir direncin ötesinde mukavemet göstermesinden daha fazla dayanmak mümkün değilmiş... Yozlaşmanın birden fazla yüzü olduğunu öğrendiğim o kısacık yolculuktan sonra... Yadellere çıkmadan evvel... Özünü layıkıyla pişirmek gerektiğini de idrak etmiş bulundum.
Türküler düşüyordu hasretten lal olmuş dilime... “Sabahına esen seher yeli mi? / Benim gönlüm divane mi deli mi?” Bozok yaylasından esen rüzgâr tâ Amerikalarda imdadıma yetişiyordu. Vatan... Uzağında kalınca daha bir hoş... Daha bir düşkünlük uyandırıcı oluyormuş... Riverside gecelerinde gökyüzünde salınan mehtabı seyrederken... Binlerce kilometre ötelerde aynı mehtaba bakıp da beni yâd eden yâr için tutuştu yüreğim... Aynı gökyüzünde buluştuğum yâr... Âh... Âh... Bir kıtadan bir başka kıtaya hasretnâmeler savurmak da pek fena imiş...
Saat farkıyla bozulan biyolojik saatim sabahın erken saatlerinde... Henüz kumruların ötüşmeleri başlamadan evvel... Uykuyla göğüs göğse mücadele ettiğim yatağımda... Normalleşmenin belirtilerini dinçlikle yoğrulmuş bir uyanıklıkla ilan ederken... Yoldaşım olan sigaramın dumanında... Erciyes Dağı’na misafir olmuş seherlerin hayalindeydim. Mekânlar insana yâd-ı yaban fikri aşılamıyordu lâkin mekânı dolduran öğeler, insanlar ve sesler... İşte onlar bir tokat atar gibi yüzünüze vuruyordu oralara ait olmadığınızı...
Kaliforniya’da uyandığım o ilk sabah dönmek telaşına düşmüştüm bile... “Gönül nemize gerek ellerin yurdu!/ Mehtap feryadımızı yâre duyurdu.../ Kalk gidelim! Okyanuslar aşalım.../ Rabbim bize sılaya dönmeyi buyurdu...”
Filmlerden tanıdığım Amerikalıların içinde olmak gerçekten tuhaftı... Yoksa diyordum kendi kendime... İzlediğim bir filmin içine mi düştüm... Hakikatin akla ve gönüle oyun ettiğini de anlıyordum usulca... Kahvaltı telaşına düşen midemin, beynime yolladığı buyruklar huysuzlanmama sebep olmuştu. Her yerin bir âdeti var derler ya... Bizim bildiğimiz kahvaltı oralarda yapılmaz imiş... Bir fincan kahve ve bir kurabiye... Kahvaltının kısırlığı yanında... Bizim eşsiz damak zevkimiz... Âh etmek için nede çok sebep vardı. Galiba gurbette olmak beni epeyce mızmız eylemişti. Daha ilk günden itibaren her şeyi kıyas ediyor ve hep memleketim lehine hükme varıyordum.
Bu hükümlerin derununda mutlak surette Batı hayranlığı sebebiyle son üç yüz yıldır sürüklendiğimiz çukurun parmağı vardı. Maziden ders çıkarmaya kurulu akıl saatim sürekli alarm çalarak, ruhumun her zerresine tutunmuş bu refleksle karşılık vermeye mecburdu. Ama adil olmak zorunluluğum da vardı. Tek takdir ettiğim husus... Misafiri olduğum bu yabancı ülkenin kurallara uymak noktasındaki sarsılmaz disiplini idi.
İlk alışverişimi yaptığım dükkândaki Meksikalı, kedisiyle Amerika arasına sıkışmış olduğunu anlatan bir yüz ifadesiyle, kendisinin ki kadar bozuk İngilizcemden cesaret alarak nereli olduğumu sormuştu. Tabi söylediğimde boş boş yüzüme baktı. Orta Doğu’da bulunup bulunmadığımızı sorduğunda sinirlenerek cevap verdim. Uluslararası literatürlerde ve kimi aydınların(?) söylemlerinde gelişmekte olan ülke ya da üçüncü dünya tanımlamalarının geçtiği cümlelerde niçin adımızın anıldığını daha farklı bir gözle kavradım. Ama Meksikalının suçu yoktu ki... Dışa kapalı ve şahsına münhasır bu sistemin Türk medeniyetinden bihaber olması çok doğaldı.
Tüketmek üzere programlanmış insanların arasında Amerika’yı anlamaya çalışıyordum. Bir ahtapot gibi dünyanın dört bir tarafına kollarını uzatan bu devin ardındaki sır... Arkasını dayadığı toplum neydi? Bunu anlamak gerçekten önemliydi! Son yirmi yılda memleketimdeki büyük dönüşüm ve tüketici toplum yapısına doğru devşirilmemiz... Tabiri caizse küçük Amerikalaşma eğilimimiz... Bütün bunları kavrayıp çözebilmek için... Anlamak zorundaydım.
Hasret... Tefekkür... Keşif... Ve hüzün arasına gerilmiş bir ipte yürümeye çalışan bir cânbaz misali... Gördüklerimi hatıra kasnağıma gerdiğim zaman çuhası üzerine ilmek ilmek işlemekten yorgun düşmüştüm.
Otele dönüş yolunda kafamdaki karışıklığın sebebi... Saat farkının ötesinde... Yapmakta olduğum seyahat ve buna dayalı tespitler için daha önce fırsat bulamayışımın kızgınlığı idi. “Fast food” merkezli beslenme mecburiyetini şöyle iyi pişmiş bir Adana kebabı hayal ederek protesto ediyordum...
(sürecek)