Rahman’ın misafiri olarak bu sene Hac yapmak üzere kutsal beldelere gitmek nasip oldu. Böylesi bir imkânı bahşeden Cenab-ı Mevla’ya sonsuz hamd ediyorum. Henüz bu yolculuğun başındayken farklı duygu ve düşüncelerin iklimine giriyorsunuz. Allah’ın “evim” dediği, peygamberi Hz. İbrahim’e (a.s) yaptırdığı “Beytullah”ı ziyaret etmek düşüncesi sizi kanatlanmış bir kuş gibi sonsuza uçuruyor. Dünyadaki eş ve dostlarınızın arasından ayrılıp, gerçek dost olan Allah’ın misafiri olarak yola çıkıyorsunuz. Bu, insanda kelimelerle zor ifade edilebilen heyecan ve duygu yaratıyor.
“Unutmayın, insanlık için inşa edilen ilk mâbed, Bekke’dekiydi: bereketli ve bütün âlemler için bir rehber[lik kaynağı], apaçık işaretlerle dopdolu. [Orası] bir zamanlar İbrahim’in durduğu yer[dir]; kim içine girerse huzur bulur. Bundan dolayı, mâbedi haccetmek, gücü yeten bütün insanların Allah’a karşı yerine getirmek zorunda oldukları bir görevdir. Hakikati inkar edenlere gelince, bilsinler ki, Allah, yarattığı âlemlerden bağımsızdır, her bakımdan Kendine yeterlidir.” ( Âl-i İmran; 96-97).
Cenab-ı Mevla’nın kendi evi için kullandığı bu ifadelerin önemini kavrayan hacı, buna karşılık olarak, “lebbeykellâhumme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnnel-hamde ven-ni’mete leke vel-mülk. Lâ şerîke lek.” “Buyur Allah’ım buyur (emrine geldim). Buyur (Allah’ım). Senin ortağın yoktur. Buyur (Allah’ım). Hiç şüphe yok ki hamd Sana’dır. Nimet de senin, mülk de senindir. Senin ortağın yoktur.” Diyerek kendisiyle Rabbi arasındaki bütün vasıtaları terketmiş bir vaziyette Huzur’a varmanın mutluluğunu yaşamaktadır. Kutsal Belde Mekke’ye ayak bastığınızda Kâbe’yi görmek üzere sabrınız son merhaleye gelmiştir. Dünya Müslümanlarının namazlarında yöneldikleri sıfır noktaya gözlerinizin temas edeceği an gelmiştir artık. Bu ne büyük heyecan, bu ne büyük lütuf, bu ne büyük bahtiyarlık...
Allahu Ekber... Allahu Ekber! Harem-i Şerif’e adımınızı atar atmaz ayaklarınız yerden kesiliyor. Gözleriniz Siyah İnci’ye dokunduğu anda muvazeninizi kaybetmemek için gücünüzü toparlamaya çalışıyorsunuz. Sevgili, ey sevgili, en sevgili... İşte huzurundayım! Beni Evine kabul ettiğin için minnettarım. Uzaktayken seni özleyen bu kalbe sevgini cömertçe sunduğun için şaşkınlığımı ve gözyaşlarımı sunabiliyorum ancak Sana. Afrika’dan, Balkanlardan, Orta Doğu’dan, Avrupa’dan, dünyanın her tarafından gelen Müslümanlardan bir nefer de benim! Bir aşk denizi; her renkten, her dilden, her sınıftan insanın doyasıya yüzdüğü! Ne tükenmez bir hazine, ne cömert bir servet, ne sınırsız bir sevgi... Dostum dediğin İbrahim’inle (a.s) aynı havayı teneffüs etmek! Habibim dediğin Muhammed’ini (s.a.) hissetmek! Kâbe’nin eteğindeki kadın Hacer’in feryadlarına tanıklık etmek! Küçük İsmail’in teslimiyetini anlamak! Milyonlarca kardeşle birlikte “lebbeykellâhumme lebbeyk” demek! İşte buradayım!..
Hacerü’l Esved hizasından, yeşil ışık’tan istilam ederek başlıyorsunuz tavafa. Bir kelebeğin ateşin etrafında pervane gibi döndüğü şekilde dönüyorsunuz siyah incinin etrafında. Dua, yakarış, gözyaşı, inleme, teslimiyet içinde yapıyorsunuz tavafınızı. Kâbe’yi sol tarafınıza alıyorsunuz, kalbinizin hizasına. Her kalp atışı aşk pompalıyor siyah inciye. Oradan size dönen enerjiyle ayaklarınız yerden kesiliyor, kanatlanmış bir kuş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Rahman’ın nefesi tüm hücrelerinize işlemiştir. Ne eşiniz, ne çocuğunuz, ne arkadaşınız, ne babanız, ne ananız, ne servetiniz, ne makamınız... geride bıraktığınız size sevgili gelen her şeyin kıymeti azalmıştır asıl Sevgiliye kavuştuğunuzda. Kendi benliklerinden sıyrılıp Yaratıcının emrine boyun eğen kardeşler durmadan dönüyorlar Kâbe’nin etrafında. Her şavfta yeni bir şuur kazanıyor, her istilamda yeni bir coşkuyla doluyor, her gözyaşında yeni bir arınma yaşıyorlar.
İbrahim’in makamına yaklaşıyorsunuz; gördüğü bir rüya karşısında Rabbine teslimiyetini sunmak üzere biricik oğlu İsmail’i kurban etmeye götüren İbrahim’in. İsmail’in, babasına, Rabbinin emrine teslim olanlardan olduğunu ifade eden sözcükleri bıçak gibi saplanıyor göğsünüze. Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkmak üzere fillerle desteklenmiş ordusuna karşı amansızca savaşacak bir nefer olduğunuzu ilan ediyorsunuz. Rahman’ın razı olduğu kullarına yardımını esirgemediği Ebabil kuşlarını hatırlıyorsunuz. Hacerü’l Esved’i öptüğünüzde dudağınızla mührünüzü basıyor, cennetin kokusunu alıyorsunuz. Mültezem’de iki rekât namaz kılarken, kalbin secdesini hissediyorsunuz. Hicr-i İsmail’e girerken, en umutsuz anlarında Kâbe’nin eteğine sığınan Hacer ve küçük yavrusu İsmail’in yalnızlığını paylaşıyorsunuz o kalabalık içinde. Namaz kılarken önceki namazlarınızda baktığınız secde yerine değil, Kâbe’ye bakıyorsunuz! Dünyadaki bütün Müslümanların o an yöneldikleri yerin sıfır noktasındasınız. Bu inanılmaz bir duygu yaşatıyor size. Emanetini aldığınız kardeşlerinizin yakınlığını sunuyorsunuz Rabbinize. Secdeye vardığınızda siyah bir derinin beyaz renkli ayağınızla yapıp yapış olduğunu görüyorsunuz; renk farkı, dil farkı ortadan kalkmış ikiniz de “subhane rabbiyel azim” Yüce Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim” diyorsunuz.
Ve Arafat...
Kendi mahşerinizi yaşamak üzere yoldasınız... Milyonlarca insan yola düşmüş mahşer provasının yapılacağı yere, Arafat’a gidiyor. Cebel-i Rahme, Adem ve Havva’nın cennetten dünyaya indikten sonra buluştukları noktaya çıkıyorsunuz. Hacca gelen bütün Müslümanların toplandığı Arafat’tasınız, bu tepeye çıktığınızda bunca kalabalığın içinde insanlık tarihinin başlangıç noktasını tefekkür ediyorsunuz. Yeryüzü çorak ve çıplak, iki farklı cins, Allah’ın kulları... Atalarımız... İlk Peygamber ve hanımı... Yeryüzüne çıplak düşen atalarımız Adem ve Havva’nın yaşadıkları serüveni de bir şekilde hatırlamak üzere siz de dünyalık giysilerinizden sıyrılmış, dikişsiz iki parça beyaz bezle dünyaya gelirken kundaklanan bebekler ve dünyadan ayrılırken ölüler misali kefenlenmiş bir şekilde kendi provanızı yaşıyorsunuz. Herkes yeni doğmuş ve herkes ölüme gidiyor... Herkes neşeli ve herkes hüzünlü... Herkes tebessüm ediyor ve herkes gözyaşı döküyor...
Vakfeye durduğunuz anda zaman da durmuştur... Amel defteriniz Rabbinizin huzurunda okunmaktadır. Gözyaşlarınız hıçkırıklar arasında Gaffar olan Allah’a sunulmaktadır... Burada riya, gösteriş yoktur. Her türlü vasıtayı ortadan kaldırarak kalbinizi tek Sahibiniz Rabbe açıyorsunuz. Gönlünüz bir hoş oluyor. Gözlerinizden boşalıp yanaklarınızdan süzülen yaşların yarın size şahitlik edeceğine inanarak ferahlıyorsunuz. Elhamdulillah... Alvarlı Muhammed Lütfü’nün Arafat’ta söylediği dizeler geliyor aklınıza...
Dün gece yâr hanesinde yastığım bir taş idi
Üstüm yağmur, altım çamur yine gönlüm hoş idi
Son duanız Sevgili Peygamberimizin (s.a) “Hac, Arafat’tır...”, “Kabul edilmiş Haccın karşılığı ancak Cennettir” hadis-i şeriflerine inanarak kabul olunması için ihlâsla “âmin” diyorsunuz. Öğle ile ikindi namazlarını cem ederek cemaatle kılıyorsunuz. Namaz ve dua... Mümin kulun donandığı en etkili silahları. Duadan sonra kardeşlerinizle musafaha yapıyorsunuz. Birbirinizi tebrik ediyorsunuz. Haccınızın kabul olunması için halisane dua ediyorsunuz.
Ve Müzdelife’ye yolculuk...
Arafatta büyük provayı yaptıktan sonra arındığınıza inanarak, Tevhid dinin aklanmış ve cesaretle yüklenmiş bir neferi olarak yola çıkıyorsunuz... Akşam ve yatsı namazlarını birleştirerek burada kılıyorsunuz. Vakfeye duruyor, duanızı yapıyorsunuz. Gece karanlığında yaptığınız bu yolculuğunuzda telbiye, tekbir, tehlil ve salâvat getirerek Mina’ya, şeytan taşlamaya doğru hareket ediyorsunuz. Taşlarınızı toplamış bir vaziyette, tefekkür ederek en büyük düşmanınızla karşılaşmak üzere Mina’ya doğru vakur adımlarla ilerliyorsunuz. Ve şeytanı taşlayacağınız ilk noktaya vardığınızda “Bismillahi Allahu Ekber” diyerek, size her türlü vesvese veren iblise, tağutlara, belamlara, karunlara, firavunlara, nemrudlara avucunuzda taşıdığınız küçücük taşları sembolik olarak atıyorsunuz. Kardeşliğin ihlalini basit sebeplere indirgeyip şuursuzca hareket ettiren şeytanın hilelerini en ince ayrıntılarına kadar kavramış olarak Kurbanınızı sunmak üzere kan akıtmaya gidiyorsunuz. Yaptığınız bunca ibadetten sonra Rabbinizin emirlerine karşı sadakatinizi gösterecek, gerektiğinde canınızı verebilecek bir ahidleşmenin bir göstergesi olarak Kurban kesiyorsunuz. İbrahim’in, İsmail’in nasıl bir teslimiyet ile Allah’ın rızasını kazandıklarını düşünüyorsunuz.
Hira’yı düşünmek...
Vahyin başlangıç noktası. Yüce Nebi’nin yalnızlık evi. Hüznün menbaı... Cahiliye karanlığını yırtan ışığın doğduğu yer. Nur Dağı, Hira mağarası... Dağa tırmanırken, ayaklarınız yerden kesiliyor, hafifliyorsunuz ve sizi göğe doğru çeken görünmez bir ipe tutunmuş gibi oluyorsunuz. Cebrail’in kanat seslerini duyar gibi oluyorsunuz... Mekke’yi karşısına almışken, en hüzünlü anlarından birinde Cebrail’in ayak seslerini duyan Efendimizin ürperiş halini düşünüyorsunuz. “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” nidası yankılanıyor kulaklarınızda. Gözyaşıyla ıslanmış yanaklarınızı o kutlu esintinin duyulduğu mağaranın iç cidarlarına sürüyorsunuz. Ürperiyor, ürperiyor, ürperiyorsunuz... Vahyin başlangıcı, kutsal emanet, ağır mesuliyet... Müşriklerin her türlü gücüne karşı, İslam toplumunun yeniden inşa süreci... Sadık dostların birer birer biati, eşten, çocuktan, servetten vazgeçip en çetin zamanda Vahyin önderine sadakat... Ve işkenceler, Bilal’in, Yasir’in, Sümeyye’nin, Ammar’ın, Mus’ab’ın, Dücâne’nin, Habbab b. Eret’in... İslam’ın izzetini yüceltmek için çektikleri sıkıntılar... Ve yüce kalbin bütün bu yaşananlara olan tanıklığı... Hira’dan tüm dünyaya yansıyan ışığın hangi kırılma noktalarından sonra ulaştığını derinlemesine düşünüyorsunuz... Ve anlıyorsunuz ki, cennet ucuz değil!... Zafer elde etmek için katıksız bir iman, derin bir tefekkür ve sabır şarttır! Aldığı vazifeyi bihakkın yerine getiren Nebi’nin yüce ahlakı ve sarsılmaz inancı sayesinde bugün dünyanın her tarafında ona sevdalı Müslümanların Hira’ya olan sevgilerinin sebebini daha iyi kavrıyorsunuz...
Sevgili’ye veda etmek!
Ne can yakıcı cümle, ne tarifi imkânsız izah Kâbe’ye veda etmek! Mekke’ye, vahyin kalbine veda etmek! Ne çok şeye veda etmek üzere kapındayız ey kutlu belde, ey Beyti Atik. Ey İbrahim Makamı, ey Hacer, ey Zemzem, ey Meşar-ı Haram, ey Arafat, ey Mina, ey Hira, ey Sevr... İnsanlığın emin beldesi... Sevgilinin Ev’i... Ey vaktin bereketini kalbimize pompalayan Sultan! Ayrılık vakti geldi. Gözyaşlarımızı Sana emanet bırakıyoruz. Bir daha gelmek, kapına yüz sürmek, kalbimizle secde etmek üzere emanetimizi kabul buyur! Ey Rahman’ın Evi... Ey siyah inci... Ey saatlerce sessiz bakışmalarımızı kalbimizde büyüttüğümüz yakut!
Ey âşıkların teselli kaynağı! Ey doyumsuz yüz!
Elveda ey Sevgili!...